Biyopolitik Yönetimsellik -1


Sınır ve ihlal sahip oldukları varolma yoğunluğu ne olursa olsun biri diğerine bağımlıdır: bir sınır eğer mutlak olarak geçilemez ise varolamaz ve karşılık olarak, ihlal eğer yalnızca gölgelerin ve yanılsamaların oluşturduğu bir sınırı geçmişse yararsız olacaktır.

M.Foucault

I

Eğer gezi direnişinin sistemin yaşam biçimi dayatmalarına karşı bir alternatif yaratma eylemi olduğunu, bireyleştirilmiş bir toplum politikasına karşı, kolektifleştirilmiş bir yaşam politikası ürettiğini -en azından denediğini- ileri sürmekte haklıysak, o zaman reddedilen neoliberalizm (kapitalizm) ve İslamcı yaşam tarzlarının da kendi tekilliklerine ait varoluşları olduğunu, her ikisinin de bir yönetme tarzına, bir yönetme sanatına sahip olduğunu öngörmüş oluruz. Fakat bu yönetme biçimlerinin kabaca da olsa özelliklerini belirlemek istediğimiz an, bunun, dolaysız bir biçimde bizim 21. yüzyıl neoliberalizmini nasıl kavrayacağımız ve onunla nasıl yüzleşeceğimizle ilgili bir soruna dönüştüğünü görürüz. Çünkü günümüzde neoliberalizmin bir ‘dışarısı’nın olmadığına, ya da kalmadığına dair, Margaret Thatcher’in “başka alternatif yok” sloganından bu yana, neoliberal uzmanlar, ‘ekonomik gerçekler’i halâ bir ‘kanıt’ olarak gösteriyorlar. Bizim de temel uğraşımız bu düzene karşı başka bir kanıt göstermektir: Direniş. Eğer uzmanlar haklıysa, yani, bir ‘dışarısı’ yoksa o zaman, İslamcılık, 21. yüzyıl neoliberal dünyasının içindedir ve onun bir parçasıdır. Aslında bunu doğrulayan olgusal veriler oldukça fazla, en azından -şematik ve kabaca belirlersek-, yakın geçmişte kendini dışarıda konumlayan İslamcı ‘radikalizm’, ‘köktencilik’, ‘cihat’ gibi özellikler bile, günümüzde, Irak, Libya, Suriye, Mısır, Türkiye vb. bölgelerde, savaş, iç savaş ve işgallerde rol alan aktörler, fetvalar ve iktidarların destek stratejileri göz önüne alındığında, bir bütün olarak İslamcı dispozitifin giderek küresel ölçekte neoliberal politikaların ‘infaz’ araçlarına dönüştüğünü, yani, bir şekilde ‘içeri alındıklarını’ söyleyebiliriz. AKP’nin 2002-2007 arasında o ‘içeri’ye girmek için attığı taklalara hiç girmeyelim.

Şimdi temel problem olarak, Gezi direnişi’nin gerçekten de neoliberalizmin bir ‘dışarısı’ olduğunu kanıtladığını göstermek istiyorum. Fakat -birçok açıdan benimsemekle beraber- solun genel direniş söyleminden bir farkla, gezi kuşağına, ‘dışarıdan’ bir değer atfederek değil, tam tersine bu kuşağın kendi tekil varoluşuna içkin özelliklerinin ne olduğunu ve buradan hareketle Direnişin ne anlama geldiğini sorgulamak yoluyla. Eğer bu başarılabilirse ancak o zaman ve o koşulda 21. yüzyıl neoliberalizmine alternatif bir toplum politikasının varlığından söz etme olanağı doğabilir. Fakat böyle bir hedef (neoliberalizmin dışarısı neresidir?) her şeyden önce onun bir yönetim sanatı olarak, bir toplum politikası olarak nasıl işlediğini, bir hakikat rejimi, yani bir iktidar ve bilgi aygıtı olarak işlevinin ne olduğunu ve biyopolitika ile nasıl kesiştiğini (en azından piyasaların sağlığının nüfusların sağlığını nasıl ima ettiğini) ve nihayet neoliberal hakikatin (başka deyişle ekonomik analizlerin) öznesinin kim olduğuna (ve gezi kuşağının bu özneyle ilişkisine) dair bir kavrayışa ulaşmamızı gerektirir. Bu izlekler tam da bütün yazı boyunca izini süreceğimiz Foucault’nun ‘The Birth of Biopolitcs’ (2008) adlı 78-79 yılı derslerinin kapsamını oluşturur. Foucault baştan sona neoliberalizmi irdelediği bu derslerde klasik yaklaşımlardan ciddi anlamda bir kopmayı ve neoliberal bir yönetim sanatını, bir yönetim mentalitesini (governmentality)1açığa çıkarmayı hedefler. Foucault için; “Neoliberalizm ‘bırakınız yapsınlar’ değildir; Neoliberalizm Piyasa toplumu değildir, Neoliberalizm herhangi bir ölçekte iktidarın genelleşmesi değildir.” Kısaca, “neoliberalizm sorunu politik iktidar uygulamasının tamamen piyasa ekonomisinin ilkeleri üzerinde nasıl modellenebildiği, …piyasa ekonomisinin formel ilkelerinin ne ölçüde genel yönetim sanatına endeks olabildikleri”dir (BB 131). Foucault’nun Avrupa ve Avrupa tarihi özelinde sorguladığı neoliberalizm kendine içkin bir yönetimselliğe, tam da Marx’ın “Kapiatlist üretimin ilerlemesi, eğitim, gelenek ve edinilen alışkanlıklarla, bu üretim biçiminin koşullarını doğa yasaları gibi görmeye apaçık yatkın bir işçi sınıfını da oluşturuyordu”(Marx, 1975:776), dediği türden, mevcut yaşamı sanki doğa yasasıymış gibi doğallaştıran ve bizim hem politik gerçekliğimizi hem de kendimizi kavramamızın temelinde yer alan, algılar, alışkanlıklar ve şeyleri yapma biçimlerimize dönüşen bir hakikat rejimine sahiptir. Foucault’nun olduğu gibi, bizim de temel sorunumuz, büyük ölçüde şu soruya yanıt vermektir: Onun politik ontolojisi yaşam dünyamızı ve bizi nasıl olup da bireysel özgürlükler, serbest seçimler, refah artışı, kısaca sağlıklı, özgür ve ‘iyi’ yaşam olarak kuşatabiliyor ve asıl önemlisi bu vizyon nasıl olup da çağımızın hakikati haline gelebiliyor?

Gezi direnişinin önemi tam da böylesine bir hakikat rejimi haline gelen neoliberal yönetimselliğe karşı, -alternatif bir politik program olarak değil, başka bir hakikat olarak ayağa kalkmış ve karşısına çıkabilmiş olması ve onun hakikat rejiminin meşruiyeti üzerinde bir kuşku bulutu yaratabilmiş, yani bir ‘dışarısı’nın varlığını gösterebilmiş olmasıdır. Kurgusu, dramaturjisi ve rol dağıtımı olan teatral direniş kültüründen epey farklı bir biçimde ve daha çok günümüz performans sanatlarını çağrıştıran edimsellikler içinde, bileşenleri etik farklılaşma, öznellik üretimi, kendi oluş kapasitesi olan bir ‘direniş estetiği’ olarak, başka bir hakikat. Bugün, bu Direniş ve Neoliberalizm, her iki hakikat rejimini de kavrama noktasında bir bulanıklığın hâkim olduğu sanırım kabul edilecektir. Bunun birinci nedeni bizim yerel sınırlılığımız ise ikinci ve asıl önemlisi bence Keith Crome’un belirttiği gibi, “ilkin, Marx’ın söylemini doğru, etkili ve sınırlı kılan şey düşüncenin içsel epistemik sonluluğudur. Bu sınırlılıkta söz konusu olan şey, o halde, yalnızca düşünce yoluyla hakkından gelinecek felsefi ya da bilişsel bir yetersizlik değildir. Daha çok, Marx’ın çalışmalarını yirminci ve yirmibirinci yüzyılların politik yazgısına bağlayan tarihsel bir sınırlılıktır.” (K. Crome, 2009; 61). Daha sonra değineceğimiz bu sınırlılıkların etkisinin belirgin olduğu Direniş ve Neoliberalizm hakkındaki ‘kavrayış’ bulanıklığının bir diğer önemli nedeni, onların birbirlerine yapısal olarak (ihlal ve sınır nasıl bağlıysa öyle) bağlı olduğunun ıskalanmasıdır; bu yüzden onları birbirinden bağımsız olarak ele alan -ister analitik ister spekülatif- hangi tür çözümleme olursa olsun her zaman belli bir bulanıklık üretmeye yazgılıdır. Nedensel ya da diyalektik bir mantık içinde değil fakat de facto olarak onları bağlayan bağın ‘bios politicos’olduğunu bir önceki derste belirlemeye çalıştık. Neoliberalizm de facto olarak, klasik kapitalizm anlamında bir ‘ekonomi’ değil, ekonominin kendisinin bir yönetim tarzı ve bir yaşam biçimi, dolayısıyla yaşamı ‘fayda matematiği’yle (ekonomik insanın fayda maliyet hesaplama rasyonalitesinin bir yönetim rasyosu haline gelmesiyle) yöneten ve buna uygun özneleşmeler üreten, bireysellikler yaratan biyopolitik bir ontoloji haline gelirken, gezi direnişinin, tam da bu neoliberal yönetimselliğe karşı temelde kendi çıplak bedenine (zoe) uygun bir yaşam tarzı (bios) yaratma deneyimi anlamında biyopolitik bir direniş olduğunu belirledik.

Şimdi, iki olgu net olarak karşımızdadır: birincisi Foucault’nun Batı için gözlemlediği, ortaçağ hükümdarının kendi iktidarını korumak için sahip olduğu tebasını ‘öldürme ya da yaşamasına izin verme” hak ve ayrıcalığından, Avrupa’da 1800’lerin ulus devletleriyle ve bizde cumhuriyetle birlikte, yurttaşını ‘yaşatma ve bakımını üstlenme’ sorumluluğuna geçiş olarak saptadığı, önce disipline edici, sonra nüfusları yönetme teknikleri olarak ve nihayet bu iki katlı iktidarın günümüzdeki neoliberal versiyonu olan ve büyük bir Toplumsal Tıp stratejisine dönüşmüş bulunan, neoliberal yönetim sanatı olarak biyopolitika (bir güç) var. Ve ikincisi hayatın tüm hücrelerine dek yönetilmesini öngören biyoiktidar tipinde bir biyopolitik islam (bir güç) var. Bu ikili olgu bugün Türkiye’de yürürlükte olan iktidar tipini tanımlar. Bu yazıda kendimizi birincisiyle sınırlamak durumundayız. Bir sonraki adımımız islamın bu coğrafyadaki biyopolitik tahakkümünü ele almak olacak.

II

Foucault’nun izlediği sıra özetle şöyle; ölümün (kıtlık ve salgınların) beden üzerindeki iktidarı 1789’a gelindiğinde kontrol edildi; aynı dönem içinde bilgi ve iktidara açılan yaşam süreçleri için büyük bir sorumluluk üstlenildi ve daha sonra bu süreçler kendi evrimleri içinde değişikliklere uğratılarak denetim altına alındı. Bu şemayı izleyerek önce şunu sormamız gerekir: Batıda 1789’a gelindiğinde kontrol altına alınan kıtlık ve salgınların bizdeki durumu neydi ve ne zaman kontrol altına alındı? Bir ‘roman’dan kısa bir parça:

“Biliyorum, bir okuma provasını zorlar ama, izin verirseniz Kudret Bey, oyunun arka planıyla ilgili bu mektuplardaki temel sorunu biraz açsın.

-Şimdi, manzarayı gözünüzün önüne getirin, Balkan bozgunu, Birinci savaş; Yemen felaketi, Sarıkamış, Çanakkale, ardından Kurtuluş savaşı ve bu mektupların tarihlerine bakarsak 1943-49 arası yani, İkinci dünya savaş koşulları. Böylesine kısa, yani yüzyıl başından alırsak elli küsur yılda bunca savaş yaşayan bir ülkenin, üretici nüfusu –hatta üretim kültürü- neredeyse tükenmiş bir toplumun ilk alt etmesi gereken sorunu nedir? Kıtlık ve salgın hastalıklar, yani hayatta kalma, biyolojik varlığı sürdürmek. Bakın şu mektup, 13.6.943 Yassıviran’dan yazılmış, okuyorum “Artık iki haftadan beri İstanbul’a inmiyorum, çünki İstanbul’da tifüs hastalığı varmış bu sebepten korkuyorum. Bu hastalığın geçme vasıtası olan “bit” insana bilhassa Tramvaylarda, otellerde kolaylıkla geçebiliyormuş. Hastalığı da tedavi etmek imkânsız 14 gün içerisinde insanı alıp götürüyormuş, burada İstanbul’un tanınmış birkaç nuharrir ve işittiğime göre de İzmir’den Parka Nuri’nin eniştesi O.Hakkı bey bu hastalıktan vefat etmişler.” Şimdi bırakalım mektupları benim ilkokul, orta okul yıllarımda, yani 60’larda -Doğu’da- okullarda her hafta bize yapılan kontrollerden biri bit kontrolü/temizliğiydi. Demek ki tifüsle mücadele 60’larda bile devam ediyordu. Ya verem, hani şu Yeşilçam’ın nakarat senaryolarının değişmez malzemesi olan verem. Aslında yarattığı korku bakımından Avrupa’da veba neyse bizde de verem oydu. Zira Osmanlıdan beri verem bu coğrafyada en tehlikeli ve çaresi olmayan bir bulaşıcı hastalıktı. Ancak 70’lerin sonuna doğru bu ülke veremle savaşta ciddi sonuçlar aldı ve 80’lerde filan da kökü kurutuldu (şimdilerde yeniden hortladığı söyleniyor). Kolera salgınlarının ülkede yarattığı yıkımlar, çiçek, çocuk felci, cüzzam, dizanteri, zatürre, kızamık vb. hepsiyle yarışan doğum ölümleri… Türkiye bütün yirminci yüzyıl boyunca bunlarla savaştı ve yüzyılın sonlarına doğru ancak kurtulabildi. Daha önce okuduk Muzaffer Bey’in, İzmir’e aylar süren uğraşın sonucunda temin ettiği iki kilogram toz şeker ve altı metre patiskayı eve göndermek için nasıl tedbirler düşündüğünü, nasıl ‘güvenilir’ otobüs muavini aradığını ve İzmir’de santral garajında ablasının nasıl teslim alması gerektiğini uzun uzun anlatıyordu. Yani kıymetliydi, bez kıymetliydi, şeker kıymetliydi, ekmek kıymetliydi, tuz kıymetliydi, kibrit… neyse gündelik yaşamın bugün göze görünmeyen tüm ihtiyaçları çok kıymetliydi, çünkü yoktu. Sana soruyorum Raci Bey, biz çocukluğumuzda giydiğimiz Amerikan bezinden (şeker ya da un çuvalı) donları hangi yıllarda çıkardık, 70’lere gelirken değil mi, orta okulda pantolonlarımızın kıçı ve dizleri yamalı değil miydi? Evet yamalıydı, ama ütülüydü, hem de kömür ütüsüyle ütülüydü. Bakın demek istediğimi, ablasının gönderdiği küçük paketten çıkan ve bugün ıvır zıvır diyebileceğimiz şeylerle ilgili Muzaffer Bey’in duygulanımları daha iyi anlatır: Yassıviran’dan 27.1.949 tarihli mektuptan, ablasına hitap ediyor; “O kıymetli ellerinizle ördüğünüz eldivenler beni daima kıymetli, müşfik hislerinizle ihata eden sahabetkârınız gibi ellerimi sarmakta ve hiçbir harici tesirata maruz bırakmamaktadır. Bilhassa özenerek yapılan nefis kurabiyeler cidden emsali bulunmaz bir lezzette idi, bir hafta mütemadiyen sabah kahve altılarında küçük, fakat içerimde büyük bir sempati kaynağı, sağlam bir mensubiyetle sıcak, ayni zamanda kalplere refah saçan yuvamızda hep beraber yaptığımız sabah kahvaltıları hakiki ve içten bir tezahüratla canlandı. Büyük bir itina ile hazırlanan beyaz atkı da bir bardak suyun saf ve berraklığı gibi kalplerimizin berraklığını tebellüğ ettiriyor ve boynuma aldığım zaman bana ne büyük saffetle eşi bulunmaz yuvamızdan neler müjdeliyordu bilseniz, size ne kadar teşekkür etsem azdır.” (ihata: sarma, kuşatma; sahabet: yardım, korumacılık). Bugün şöyle çıkın bir AVM’ye beyaz bir boyun bağını, bir bardak suyun saflığı ve berraklığıyla simgelenen kalp temizliği ve aile saflığıyla irtibatlandıracak kaç kişi bulursunuz? Yani Muzaffer’deki yurttaşlık bilinci kıtlık ve yokluğu bile ‘aile’ olgusunun yüceltilmesi için bir neden olarak kullanabilecek ölçüde güçlüydü. Şimdi…”

Foucault 1789’a gelindiğinde Avrupa’nın önceki yüzyılın yaşam üzerindeki ölüm iktidarından yönetimlerin anatomi odaklı politikaları, tıptaki gelişmeler ve kliniğin doğuşu yoluyla aşıldığını söyler. Görülüyor ki, Cumhuriyet iktidarları da benzer politikalarla benzer sonuçları almış, kıtlık ve hastalıklarla mücadeleyi, aynı zamanda bir ‘yurttaş yetiştirme programı’na çevirebilmişlerdir. Yani bu anatomi odaklı uygulamalar sürecinde bedenleri bu yolla hem birey haline getirme hem de ‘normalleştirme’ teknolojilerini uygulamışlardır. Bu anlamda, Foucault’nun Avrupa’da on yedinci yüzyıl sonu ve on sekizinci yüzyıl ortalarına kadar başat olarak gözlemlediği biyoiktidar uygulamalarına bizde 1960’lara kadar başat (sonra tali biçimler altında) tanık oluruz.

Foucault, Avrupa’daki biyoiktidar ve sonra biyopolitik tahakkümün merkezinin hem disiplinci beden terbiyesi hem de nüfusun denetiminde, özellikle cinselliğin ve tıbbın merkezi rol oynadığını vurgular. Cinsellik bizde Foucault’nun 17. yüzyıla atıfla söylediği gibi, hakkında konuşulmayan, yasaklanan ve bastırılan bir alan olarak, islamın ve törel değerlerin egemenliğine terk edilmiş biçimde bugüne dek geldi. Peki bugün Türkiye’de cinsellik deneyimi ve söylemi nasıl özgürleşir, diye bir soru sorsak, bizim yanıtımız da büyük ölçüde Foucault’nun Avrupa için verdiği yanıtı izlemeyi gerektirir. Çünkü o da önce dinle ilgili ve sonra iktidarla ilgili iki yanıt verir. Önce 1963 tarihli, A Preface of Transgression’ (1998) makalesinde, cinsellik sorununu Sade ve Bataille üzerinden Tanrının ölümüyle ilgili olarak kavrayan tezlerle sunmuş fakat daha sonra Cinselliğin Tarihi’nde (1986), cinselliği yaşamın üretici ve iyileştirici biyopolitik mekanizmaları içinde iktidar teknikleri olarak ele almıştır. Keith Crome’un belirttiği gibi, bu iki farklı sunumu, yani cinsellik deneyimi sorununun ölümle belirli bir ilişkiden yaşamla belirli bir ilişkiye nasıl döndüğü bir problem oluşturur gibi görünse de, biyopolitikanın en temel stratejisi olan yaşamı koruma anlayışının devlet ırkçılığıyla (Nazizmle) bağını kurduğu noktada (Toplumu Savunmak Gerekir’de), cinselliğin bu iki farklı sunumunun, bir farklılıktan çok, Nietzsche’nin teşhis ettiği ve Foucault’nun benimsediği Batı düşüncesinin olumlu olmayan olumlama geleneğinin (olumsuzlayarak: politikayı değer düşümüne uğratarak, hatta gereksizleştirerek- olumlayan, nihilizm geleneğinin) devamlılığına işaret ettiği görülür. Oysa Türkiye’de ‘tanrının ölümü’ problemi yaşanmamıştır. Buna rağmen cinsellik sorunu Sünni islamın egemenlik alanında aynı şekilde olumlu olmayan -nihilist-, bir olumlama olarak bir sorun olmayı sürdürmektedir. Çünkü Sünni islamda nihilizmin kaynağı ‘tanrının ölümü’ değil bizzat tanrıdır, Sünni islamın tanrısı bir hınç ve intikam tanrısıdır, kahhar ve müntekimdir. Ve Hıristiyan tanrıya göre aşkınlığı çok kuşkuludur çünkü tamamen bu dünyada ikamet eder. İslam inancının en büyük gerçeği (Bektaşi geleneğini tenzih ederek diyelim) bu inancın deneyiminin bireyde hiçbir ‘içsel derinlik’ yaratamaması, tamamen dünyevi pragmanın biçimlenişinden ibaret olan, bedene tahakküm biçimlerinin ötesine geçememesidir (İleride göreceğimiz üzere islamın neoliberal yönetimsellikle uyuşmasının başlıca nedenlerinden biri budur). Dolayısıyla cinsellik sorununun bir iktidar tekniği olarak nüfus yönetiminde kullanılması, cumhuriyet iktidarları boyunca mümkün olmamıştır. Ancak neoliberal aşamada, yani son on yıldır İslamcı bir iktidar eliyle cinsellik -yine dinsel dispozitifler temelinde- bir yönetim tekniği olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır.

Cumhuriyet iktidarları cinselliğin bir iktidar ve tahakküm tekniği olarak kullanma noktasında, islamla yarışmamış, o alanı islama terk ederek daha çok sağlık, hijyen, doğum oranları politikalarına, yani anatomik beden politikalarına yönelmişledir. Örneğin özellikle 1950 öncesi cumhuriyetin toplumsal yurttaş imali, bu yurttaşlara bedenlerinin bakımını öğretmeyi içeriyordu. Başta eğitimde, örneğin daha ilkokullarda, hijyen ve sağlıklı beden eğitimi baskın biçimde veriliyordu. Haftalık tırnak temizliği kontrolleri, temiz mendil bulundurma zorunluluğu, saç bakımı, diş bakımı, kılık kıyafet temizliği. Adabı Muaşeret diye bir ders vardı örneğin, nasıl yemek yeneceği, masada nasıl oturulacağı, vb. görgü kuralları, aile yaşamı, ebeveynlere ve karşı cinse saygı vb. öğretilirdi –ve 1970’lere kadar da devam etti-. Beslenme (Marshall yardımlarıyla gelen süttozundan sütler, konserveler dahil) ve spor, sağlıklı bedenler yetiştirmenin ana unsurlarıydı. Sağlıkta sosyalizasyon ve numune hastaneleri, aşı kampanyaları, kasabalarda sağlık ocakları kurulması ve onların köy ve mezralara düzenli sağlık hizmeti vermesi, kadınların hijyen ve önleyici bakım eğitimi ve aynı zamanda çocuklarının ve eşlerinin bakımıyla yükümlendirilmesi. Akıl sağlığı tedavisinde Mazhar Osman Bey’in tüm ülkeye yayılan başarı öyküleri. Verem Savaş Dispanserlerinin çalışmaları vb. hepsi bireylerin bedensel sağlık ve bakımını gözeten politik uygulamalardı. Cumhuriyet biyoiktidarı, büyük ölçüde sağlık adı altında örgütlenmiş bir yurttaşlık projesiydi. Bütün bu bedensel (somatik) iktidarın dayanağını oluşturan normlar ‘sağlık bilimi’nin, tıbbın ve Aydınlanmanın normlarıydı. Ve iktidarın bireyi yaşatma sorumluluğu karşılıksız değil, bireye de kendine bakma ve bu normlara uyma sorumluluğunu yükleyen bir işleyişti. Dolayısıyla bedensel politikalar aynı zamanda itaat (ya da disiplin) politikaları olarak cisimleşen iktidar teknikleridir. Yurttaşı burada toplumsal hakların pasif bir alıcısı olarak düşünmemek gerekir. Devlet toplum sağlığını korumak için tedbirler alırken yurttaş da kendisi, ailesi ve daha genelde ulus için biyolojik tedbirleri alıyordu. Bunun biçimi elbette bizzat kendisinin toksinlere karşı mücadele etmesi değil fakat yine devlet yetkililerine ilettikleri talepler şeklinde somutlanıyordu. Ki bu taleplerin en önemlileri ebe, sağlık memuru, doktor ve öğretmen talebiydi. Politikacılar uzun yıllar bu talepleri yerine getirme karşılığında yurttaşın oyunu alabildiler. Zaten yurttaşın bu talebi olmasaydı ‘Sağlık Ocakları’nın Anadolu’nun en uzak bölgelerine ve en uzak ilçe ve kasabalarına kadar yayılması da mümkün olamazdı. Gerçekten de özellikle 1970’lere kadar eğer Türkiye’de genel yurttaşlık yaygınlaştıysa altında tam da böyle bir biyolojik yurttaşlık talebi vardır.

Özetle bu dönemde aydınlanmacı normların tanımladığı ‘iyi yaşam’ ideali ile ‘iyi yurttaş’, ‘sağlıklı beden’ ile ‘üretici beden örtüşür’. Bilgiyi iktidar ilişkisi olarak kullanmaya koşut olarak bireyi hem uysal bir yurttaşa hem de üretim sürecine hazır bir emekçiye dönüştüren normlar aile kurumunda, okulda, fabrikada, askerlikte, mahpuslukta, bürokraside, vb. her zaman işbaşındadır. Foucault, ‘Hakikat ve Hukuksal Biçimler’de (2000:253), hem artı değer üretiminin hem de yönetimin, bu ‘alt-iktidar’lar ya da mikro iktidarlar yoluyla sağlandığını ısrarla vurgular. Bu alt-iktidarlar olmadan, beden onlar tarafından ‘hazır’ hale getirilmeden ne kapitalist sömürü ne de modern yönetim mümkündür. Bu anlamdaki iktidar ilişkileri, sömürü ilişkilerinden hem önce gelir hem de yolunu açar. 1960’lara kadar bu modern birey ya da ‘yurttaş’ tipinin -en azından şehirlerde- egemen bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Bireyin davranışları, beden bakımından, yaşama alışkanlıkları ve hayat tarzına kadar, 60 sonrasıyla kıyaslanamayacak ölçüde farklıdır örn; -tümü de bireyin sosyalleşmesiyle ilgili olan- gezintiye çıkmak, sinema, tiyatro, pastaneye gitmek gibi kültür ve eğlence faaliyetlerinde, örneğin İstiklal caddesine gitmeye hazırlananlardan, hemen her kent hatta ilçede akşamüzeri gezintisine çıkmaya ya da misafirliğe gitmeye hazırlanan insanların, davranış ve giysilerine, zerafet ve şıklıklarına özel bir önem atfetmeleri, -özellikle ulusal bayramlar ve hazırlıkları- tam da cumhuriyet biyoiktidarının ’iyi yaşam’ idealiyle örtüştüğünün göstergeleridir. Peki bu beden biyopolitikası bütün nüfus için geçerliydi denebilir mi? Elbette hayır. Kırsal nüfusun bu bireyi disipline eden mekanizmaların dışında kalmasının ana nedeni [sağlık hariç, sağlıkta sosyalizasyon politikası 70’lerin ortalarına kadar, Doğu Anadolu’nun bırakınız mezralarına, komlarına kadar götürülmüştür. Sorun orada daha çok yerel aşiretlerin nüfus politikasıyla (doğurganlıkta artış) devletin nüfus politikasının (doğum kontrolü) çatışması olarak yaşanmıştır], kapitalist gelişmenin özellikle kentlerde yoğunlaşması ve emek gücü ihtiyacının kapitalist üretimin yoğunlaştığı alanlarda ortaya çıkmış olmasıdır. Yurttaş politikalarının itaat üretimi ile, sağlıklı beden politikasının ideal bileşimi fabrikada işe koşulmuştur. Kırsal nüfus ancak fabrikalar ya da kapitalist üretim birimlerine kavuşan bölgelerde iyileştirici/disiplinci biyoiktidar tekniklerine maruz kalmıştır. “Bu bedenin terbiyesi, yeteneklerinin güçlendirilmesi, güçlerinin yıkıcılığıyla, yararlılığı ve itaatkârlığının koşut gelişmesi, etkili ve iktisadi denetim sistemleriyle bütünleşmesi, bütün bunlar, insan bedeninin anatomik-siyasal disiplinlerini belirleyen iktidar yöntemleriyle sağlanmıştır. Biraz daha sonra XVIII. yüzyıl ortasında oluşan ikincisi…” (Foucault, 1986:143). Foucault’nun on yedi ve on sekizinci yüzyıl ortalarına dek saptadığı, tam da bedenleri terbiye eden, bedenleri üretim aygıtına hazırlayan bilgi biçimlerini, normları ve bunları bir iktidar tekniğine dönüştüren alt-iktidarların ürettiği bir biyoiktidardır. Modernitedeki iki katlı iktidar dediği iktidarın ilk katı, ‘bireyselleştiren’ ve ‘normalleştiren’ bu disiplinci biyoiktidar tipidir.

Bu noktada -sadece elimine etmek için- belirlersek, Gezi Direnişini yaratan insanlar ve ruhun, bu bahsettiğimiz ‘yurttaş ve sağlıklı beden olarak birey’ dünyasıyla -ne de disiplin mekanizmalarıyla- hiçbir ilgisi yoktur. Öylesine yoktur ki ne dejavu ne nostalji olanağı bile düşünülemez. Dolayıysa oradan gelen öykülere, söylemlere ve dillere gezi kuşağının herhangi bir ilgi duyma ihtimalinin olduğunu sanmıyorum. Bu dönem ve disiplinci biyoiktidar tipi gezi kuşağı için, ülkesinin tarihöncesidir, o kadar. Olgu olarak tamam, fakat bu kopuşu nedensel olarak nasıl anlayabiliriz? Bu aşamada sadece bir noktaya işaret edecek ve yanıtı son bölümde tekrar tartışacağız. Çünkü sözkonusu olan şey, bugünün gençliğini, onları yaratan koşullar içinde anlamaktır. İşaret edeceğimiz nokta şudur, yukarıda, önce ‘roman parçası’nda aktarılan mektuplardan yapılan ikinci alıntıda ve sonra hemen yukarıda söz ettiğimiz insanların kamusal alana çıkarken davranışlarına, giysilerine gösterdikleri özen ve ihtimamda (ve çoğaltılabilir başka yüzlerce örnekte) görüleceğini ya da hissedileceğini umduğum, -her tür ‘yurttaş’ kipine içkin- bir olgu: “Yirminci yüzyılın ilk altmış yılı içinde, insan kendini derin bir biçimde içsel psikolojik bir uzama iskan edilmiş olarak anlamaya ve kendini böyle değerlendirmeye ve kendi üzerinde bu inançla eylemeye başlar” (Nicolas Rose, 2008: 25). Bu içselliğin Cumhuriyet edebiyatındaki, özellikle şiir ve romandaki karşılıklarının oldukça zengin olduğunu da hatırlayalım. Dolayısıyla bu yıllara ait -hatta altmışların sonuna kadar- ‘yurttaşlık bilinci’, politik bir bilinç olmaktan çok önce bir yaşam tarzına, bir biyopolitik varoluş kipine işaret eder. İlk tespit belki de şu olabilir, bugünün gençliğinin benlik teknikleri, ya da benin kendi üzerine eyleme biçimleri herhalde hiçbir anlamda, 60’lara kadar insanların içinde ikamet ettikleri ‘içsel psikolojik bir uzam’a yerleştirilemez. Onlar böyle bir uzamda hiç ikamet etmediler. Böyle bir uzamın son temsilcileri 78 kuşağıdır. 90 kuşağı ise, ilerde, yine N. Rose’un makalesinin aydınlattığı zeminde tartışacağımız, moleküler biyopolitika ve biyo- ekonomi çağında benliklerinin inşasını, beden merkezli eyleme tarzları üzerinden yürüttüklerini görürüz. Burası ise daha çok, ‘içsel psikolojik uzam’ın tüm anlamsal karşılıklarını (başta cinsiyet ve cinsellik olmak üzere çoğunun patolojik olduğunu da kabul edelim) kaybettiği ve yerini, ‘yaşam kalitesi’, ‘yaşam hakkı’ gibi normlarla çalışan, ‘sağlıklı beden, sağlıklı yaşam, uzun yaşam’ın aldığı bir yaşam dünyasıdır.

III

“…ikincisi, tür-beden’i yaşayan varlığın mekaniğinin etkisinde olan ve biyolojik süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır: Bolluk, doğumlar ve ölüm oranı, sağlık düzeyi, yaşam yörüngesi ve bunları etkileyebilecek tüm koşullar önem kazanmıştır; bunların sorumluluğunun yüklenilmesi bir dizi müdahale ve düzenleyici denetim yoluyla gerçekleşir: işte bu nüfus biyopolitikasıdır… Egemen iktidarın simgelediği eski ölüm gücü artık titizlikle bedenlerin yönetimi ve yaşamın hesaba dönük işletilmesine yerini bırakır.”(Foucault: 1986:143). Genel olarak, bedenlerin ‘uyruklaştırılması’ belli bir aşamadan sonra ‘nüfusların denetimiyle’ kol kola gitmek zorundadır ve biyopolitika, bizde 60’lı yıllarla -özellikle yurt dışına ve büyük kentlere göç hareketleriyle- birlikte anlaşılmaya başlamış, fakat esas olarak 70’li yıllardaki sanayileşme süreciyle nüfusların yönetimi ve denetimi biçimini almıştır. Biyopolitika Foucault’nun sunduğu çerçevede, biyoiktidarların politik yönetim araçları haline gelen müdahale alanları olarak, doğum-ölüm oranları, hijyen, sağlık, cinsellik vb.’lerinin yönetimiyle ilgilidir. Ancak burada temel kavram ‘birey’ değil ‘nüfus’tur ve nüfus yönetiminin merceği en geniş çaplı yani kitlesel bir mercektir. Nüfusun hareketi, şu ya da bu ‘yurttaşlık’ ya da ‘iyi yaşam’ normuna göre biçimlenmiş bir toplumsal yaşamın dengesini -hemen her zaman- bozan bir unsurdur ve bu anlamda toplumsal yaşam için belirli bir tehlike barındırır. Örneğin göç hem kalkış hem varış noktası açısından, tarımın ölümü/çarpık kentleşme gibi tehlikeli neden ve sonuçlara sahipken aynı zamanda ekonomik ve politik yönetim için fırsatlar da yaratır. ‘Almancılar’ımızın yıllarca (80’lerin sonlarına kadar) devletin mali bütçesinde ne kadar delik kapadığını ekonomistler anlatabilir, örneğin.

Şimdi biyopolitikanın mantığını açık kılmak adına, örneğin, Antikten beri süre gelen ‘iyi yaşam’ idealine kısaca bakalım. Bir kere Grek’te polisin yönetimi, oikos’a, yani bireyin ev yaşamındaki refahı, güvenliği, sağlığı ve bakımına referansla kurgulanan gerçekten de ‘biyolojik bir iyi yaşam’dır. Antik dönemin ‘iyi yaşam’dan anladığı nüfusun, biyolojik referansla sağlıklı, güvenli, bakımlı ve refah içinde Atinalı ya da Romalı olarak yaşamasıdır. Devletin zenginliğini yönetme endeksi budur (Marx bunu üretim tarzının ‘komünal önvarsayımı’ olarak kavramlaştırır). Modern’in biyopolitik algısı ise, ortaçağ egemeninin kendi iktidarını korumak adına sahip olduğu, tebasını öldürme ya da yaşamasına izin verme hakkı (yani kökü kadim dinlere dek geri giden büyük strateji patria potestas’tan, -babanın çocukları ve köleleri üzerindeki öldürme hakkından gelen) ve ayrıcalığının yerini, nüfusun sağlığının iyileştirilmesi, refahının azamileştirilmesi ve güvenliğini sağlama sorumluluğunun üstlenilmesi alır. Bunlar aynı anda liberal refah devletinin ‘tam istihdam’ ütopyasıyla uyumlu politik payandalardır. Sistem kendini böyle idealize eder. Refah devletinde politik iktidar –cinsellik, sağlık, doğum oranları, hijyen gibi süregelen biyoiktidar teknolojilerini bir yandan devam ettirirken bir yandan da nüfusların denetimi anlamında bu payandaları (başta sağlık ve cinsellik söylemleri) nüfusları yönetme ve denetleme teknikleri olarak işe koşar. Bunlar, biyolojik referanslı, dolayısıyla yaşamı iktidarın nesnesi haline getiren üretim ve denetim teknikleridir. Biyoiktidarın ortaya çıkışı açısından Foucault’nun gözlediği mutasyon, eskiden öldürme hakkıyla işleyen bir yapıdan, iktidarın güçler üretmeye, onları geliştirmeye, büyütmeye ve düzeltmeye yani, yaşatmaya hasredildiği bir yapıya geçiştir. Modern refah devletinde ölüm ve yaşam üzerindeki iktidar uygulamasında bir kayma, bir yer değişimi ortaya çıkmış, eski öldürerek-yönetme (ölüm-işleyişi) yerini yaşatarak-yönetme, yaşamı yönetmeye bırakmıştır (Foucault, ‘Ölüm Üzerinde Hak ve Yaşam Üzerinde İktidar’1986: 139-163). Bu durumda Biyopolitika, bireyin disiplini değil fakat nüfusun denetimiyle ilgilidir. Yani bireyin bakımını üstlenen biyoiktidar tipi eşanlı olarak zaten devam etmektedir, ancak örneğin, aynı enstrüman olan sağlık; nüfus yönetimine geçildiğinde, bir teknik olarak evrim geçirir ve birey odaklı olmaktan, nüfus odaklı bir sağlık anlayışına geçilir. Yani biyoiktidarın disiplini, ‘normal’leştirici anlamında bireyleştirici iken, biyopolitik yaşatma ve denetleme sosyalleştiricidir. Bugün neoliberal yönetimsellik içinde tekrar fakat bambaşka bir zeminde, ‘kişisel sağlık, kişisel tedavi, kişisel bakım özelinde bireyleştirici mekanizmalara geçilmiştir. Yani bireyin sağlığından toplumun tıbbileştirilmesine geçilmiştir. Dün (biyopolitiğin sosyalleştirici yaşatma denetleme biçiminde) örneğin klinik tıp başat bir rol oynarken, bugün neoliberal biyopolitkada teknolojik tıp ve giderek tıbbın sermayeleştirilmesi başat bir rol oynar. Aynı şey cinsellik alanında, beslenme alışkanlıkları alanında ve bunlarla aynı mantık ve karaktere sahip olmak üzere ‘yönetimsellik alanında’ ortaya çıkar. Fakat bütün yaşatma stratejileri sonuçta yaşamın yönetilmesine evrilmiştir. Çünkü sağlığın koşulu güvenliktir. Bunun özellikle Türkiye için 60’lardan itibaren anlamı toplumun sağlığını (giderek bu piyasanın sağlığı anlamına gelecektir) korumak, onun güvenliğini ihlal etme risklerini önlemek ya da ortadan kaldırmayı gerektirecektir ki, bu da yaşamı korumanın onu denetlemek anlamına gelmesinin dolaysız nedenidir. Aslında tarihsel gerçek şudur; bireyin bakımını üstlenen (uysallaştıran ve normalleştiren) biyoiktidar tipinde ‘yurttaş’ yetiştirilmesine koşut olarak, göreli de olsa sağlanan devlet toplum uyumu ya da ‘birliği’, sanayileşmeyle birlikte işçi sınıfının kitlesel direnişleriyle bozulur (Avrupa için bu özellikle 19. yüzyıl gerçeğidir ve bizim için 70’li yıllara karşılık gelir). Sermaye ve ücretler bölünmesi yaşamın her alnında görünürlük kazanır. İşte biyopolitika aslında tam da bu toplumsal bölünmenin yarattığı tehlikeleri (emek güçlerinin kitlesel direnişlerini) yönetmek üzere geliştirilen denetim mekanizmaları ve iktidar tekniklerine dönüşür.

Bizde 70’lerde ve sonrasında, Avrupa refah devletinde göreli de olsa varolan yaşam-yönetimi ya da yaşatarak yönetmek şeklindeki biyopolitik strateji hiç varoldu mu? Disiplinci biyoiktidar tipi var oldu, o kesin, baskın olarak 1920-1950 arasında. Fakat Foucault’nun bahsettiği anlamda biyopolitik mekanizmalar, teknikler, bizde varoldu mu? Olumlu yanıt vermek çok zor. Bütün iktidarlar için, yaşamın ‘güçleri geliştirme, büyütme, yetiştirme fakat aynı zamanda denetleme’ anlamında bir biyopolitika (Ecevit’in hem işçi sınıfı hem de, tıp, hukuk vb. alanlardaki mesleki örgütlenmelerin önünü açan politikaları hariç) uygulanmadı, tam tersine bu ülkedeki sermaye egemenliği ve iktidarlar için toplumsal ya da mesleki anlamda gelişen güçler her zaman ortadan kaldırılması, yok edilmesi, ezilmesi gereken güçler olarak görüldü ve her zaman ‘bireysel beden terbiyesi’ muamelesine (daha çok cezalandırma teknikleri yoluyla) maruz bırakıldı. O zaman bir ‘yaşam politikası’ anlamında bir biyopolitikadan, Türkiye özelinde söz etmek gerçekten de zordur. Bizdeki iktidarlar yaşam karşısında, yaşamın güçleri karşısında o kadar korkak davranmışlardır ki biyopolitikanın toplumsal güçleri yaşatmak stratejisi yerine daima onun öbür boyutuna, sadece denetleme boyutuna (ya da ölüm politikasına) odaklanmış, emek sermaye bölünme biçimleri başta olmak üzere yaşamın geliştirdiği güçleri, bastırmaktan başka hiçbir politika üretmemişlerdir (o da stratejik falan değil, körlemesine ezmek, yok etmek gibi tam da hükümdar egemenin öldürme hakkı mantığıyla, bağnaz bir Devlet Aklı’yla (Raison d’Etat) hareket etmişlerdir -hala da öyle ya-). Biyopolitik olarak nüfusun refah artışının, sağlığının, yeteneklerinin gelişiminin sorumluluğunu üstlenmek, aynı anda nüfusun biyolojik varlığını denetleyici bir iktidar mekanizmasının, teknik ve teknolojilerinin denetimine almak demektir. “Bir nüfusa özgü kitle etmenlerini bir araya getiren, canlı bir kitlede meydana gelebilen tehlikeli olaylar dizisini denetlemeye çalışan bir teknoloji; bunların olabilirliğini denetlemeye (gerekiyorsa değiştirmeye), her koşulda etkilerini gidermeye çalışan bir teknoloji. Demek ki bu bireysel terbiye değil, ama genel dengeyle, bir tür homeostaziyi -içsel tehliklere karşı bütünün güvenliğini- hedefleyen bir teknolojidir” (Foucault, 2004:254). Yaşam ve ölüm politikalarını dengeleme anlamında bir biyopolitikadan söz edersek, uzun Demirel’li yılların gerçekten de özgün bir denge dönemi olduğunu-öncesine ve sonrasına bakarak- teslim etmemiz gerekir. Kısaca, kapitalizmin tarihsel evrimine de karşılık gelecek biçimde ve bizim için 2000’li yıllarda tam anlamıyla uygulamaya girecek olan neoliberal biyopolitika, “toplumu- yaşam yörüngesinden saptıracak tehlikeleri denetleme, gözetleme, düzenleme mekanizmalarıyla ve iktidar etkileri yoluyla yönetmek biçimini almıştır” (Foucault, 2001:109-115). Ve yaşam yönetimi yüzü ise daha çok neoliberal aşamada, biyosermaye, biyoteknoloji ve biyoekonomi tarafından üstlenilmiştir.

IV

Küreselleşme ya da neoliberalizm dediğimiz günümüzle ilgili olarak, birkaç dönüşüm birlikte ve eşanlı yaşanmaktadır. Birincisi Marx’ın kendi zamanı için hayal dahi edilemez bulduğu fakat bizim gerçeğimiz haline gelen, özel bir üretim tarzına, sermayenin biçimsel boyunduruğundan doğrudan boyunduruğuna geçiş gerçeğidir -bu konuya ‘ekonomik insan’ başlığı altında geri döneceğiz-. İkincisi; Foucault’nun refah devletine atıfla irdelediği bilgi-iktidar tipinden, 78-79 derslerinde irdelediği neoliberal hakikat rejimine geçiş ve yeni bir yönetim sanatının bu hakikat rejimi tarafından daha 18. yüzyıldan itibaren üretildiği gözlemidir. Üçüncüsü bu her iki geçişin neoliberal aşamadaki görünürlüğünü ve aynı zamanda bizim yerel sınırlılığımız dediğim şeyi açıklar. Şöyle ki; Johanna Oksala, Neoliberalism and Biopolitical Governmentality (2013) makalesinde Foucault’nun, Biyopolitiğin Doğuşu adını alan liberalizm konulu 1978-79 derslerini, ani bir kesintinin izlediğini belirtir ve bunun nedeninin, bu derslerde sorgulanan neoliberalizmin yönetimsellik (governmentality) uygulamasının, derslerin verildiği aynı yıllarda -Fransa’da ve Avrupa’da- belirgin olarak yaşanmakta oluşuna bağlar. Oksala Foucault’nun dersleri kesmesine neden olan ve neoliberalizmin yükselişine işaret eden belli başlı göstergeleri şöyle özetliyor: “1971’de Bretton Woods sisteminin çöküşü akışkan para sistemi içinde artık sermaye akışları ya da finansal piyasaları kontrol etmenin mümkün olmadığı anlamına geliyordu. 1978-80 başka bir dönüm noktasını temsil eder: Margaret Thatcher ve Ronald Reagan seçildiler, Paul Volker Federal Rezervin komutasını devraldı ve Deng Xiaoping Çin ekonomisinin liberalleşmesi yolunda kararlı adımlar attı. Kilit aktörler tarafından alınan bu ekonomik ve politik kararlar dünya ekonomisini yeni bir doğrultuya soktu. Serbest uluslararası ticareti her tarafa yayma hedefi ve serbest girişimci davranışını serbest iç pazarlarda destekleyen kurumsal bir çerçeveyi sistematik olarak yaratma amacı, tam istihdam amacına sahip refah devletiyle yer değiştirdi.” (J.Oksala, 2013:53), (abç). Şimdi 70’leri kapsayan ve 78-80’de yoğunlaşan dünyanın bu ekonomik dönüşümünün farkına varma olanağına, içinde yaşıyor olmak nedeniyle fiilen sahip olamamak gibi bir etkene yerel sınırlılığımız diyorum (özellikle 78 kuşağını düşünerek). Fakat bizim özelimizde bu sınırlılığı radikalleştiren (farkındalık olanağımızı körleştiren) bir diğer faktörün de 12 Eylül darbesi olduğu açıktır. O zaman 80 darbesinin anlamını bir daha düşünmek gerekir. Ancak yine de ne kadar isabetli bir analiz yapılırsa yapılsın ampirik kalacaktır, çünkü yerel sınırlılığımızın faturasını 80 darbesine çıkarmamızın bugünü kavrayışımıza bir yararı olmaz. Çünkü 70’lerdeki dünyanın ekonomi politik temeldeki neoliberal dönüşümü, yönetme sorununu; büyük ölçüde darbe, iktidar değişimi -seçimler- ya da yasaların veya anayasanın değiştirilmesi sorunu olmaktan, kısaca yargı, yasama ve bunlarla bağlı bir yürütmenin yetki alanı içinde olmaktan çıkarmıştır. Bugün görülmesi gereken (ve aslında Türkiye üzerinden bakıldığında çok net görülebilir olan) asıl radikal sonuç budur ve bunu (hem 70’ler hem bugün özelinde) anlayamamak, sadece yerel değil, başlarken ‘Marksizmin tarihsel sınırlılığı’ dediğimiz şeyle de ilgilidir. 80 sonrası Türkiye’nin -ya da Yeni Türkiye’nin- en belirgin özelliği; Foucault’nun neoliberal dönüşüme atıfla belirttiği gibi, bir özel mülkiyet olarak piyasa ile devlet ya da iktidar adıyla imlenen kamu yönetiminin birbirinden kesin hatlarla ayrılması ve birincisinin değişmemesi gereken bir özerk alan, ikincisinin ise değiştirilmesi zorunlu olan bir alan olarak ilanı ve zihinlere kazınmasıdır. Öylesine kazınmıştır ki, 80’den bugüne ‘değişmemesi gereken özerk bir özel mülkiyet tipi olarak piyasa’ eleştirisine dair bir söylemin yokluğu bir yana, ‘ekonomik gerçekler’ hemen her tür politik projenin çarparak parçalandığı bir duvar, bir doğa yasası haline gelmiştir. Berlin duvarı hiç olmazsa görünürdü, bu ise tam anlamıyla görünmez bir duvar, “görünmez el” / “özel bir yönetim aklı”. İktidarın kendini salt devlet eleştirisiyle (AKP’nin hiç bitmeyen muhalefet dili) meşrulaştırma uğraşları başta olmak üzere, liberallerin devlet-kamu eleştirisine odaklanmış olmasının ve sadece bu eleştirinin ‘demokrasi’ olarak algılanmasının arka planı budur. Jason Read’in belirttiği gibi, Foucault’nun temel vurgusu devlet-kamu eleştirisinin, “başka toplumsal uzamları kat ederek genişleyen “fikir pazarı”nın, bir toplum imgesi haline gelmiş olması”dır (2009:26). Bu eleştiri sadece bir politik programa, bir devlet eleştirisine değil “yeni bir insan varoluşu ve insan doğası anlayışına” gönderme yapan neoliberal bir hakikat rejimine dönüşür.

Neoliberal hakikat rejimi nedir?

Sanırım, yetmişlerde biz ‘metinler’den çıkardığımız hakikat peşinde koşarken, kapitalizmin kendi neoliberal hakikatini ürettiğini ve hayatımıza dayattığını ancak Özal’ın liberasyonlarıyla birlikte fark edebildik. Fakat 80’ler, yine de ‘devlet aklı’nın (raison d’etat) gölgesi altındaydı, ancak 90’larda liberal yönetim zihniyetinin, yönetim uygulamalarının gündelik yaşamdaki tezahürleriyle yavaş yavaş fakat iki binlerde tüm çıplaklığıyla, tüm parametreleriyle ve tüm hakikatiyle (yani piyasanın neoliberal sınırsızlığıyla) tanıştık. Çünkü bu yönetim tarzına ancak iki binli yıllarda tam anlamıyla hem ekonomik hem politik olarak ‘maruz kaldık’. Dolayısıyla Gezi direnişinin gençliği tam da bu neoliberal piyasa ilkelerinin bir toplum politikası haline geldiği bu dönemin gençliğidir. Bu anlamda yaşadığımız çağın olanakları ve açmazlarını kavramaya göreli olarak en açık (blokajları olmayan) durumda olanlar onlar. Aşağıda betimleyeceğimiz dünya her şeyden önce onların dünyasıdır. Yani, demek istiyorum ki, Foucault’yu, şu ya da bu referanstan hareketle yargılamadan önce onun ne ile, neden uğraştığını anlamak gerekir. “Bana, sadece neyin tehlikede olduğunu anladığımız zaman… liberalizm denen bu yönetsel rejimin… biyopolitik olduğunu kavrayabileceğiz, gibi görünüyor” (BB 21). Foucault için neoliberal hakikat rejimi, yönetimin kendini sınırlama ilkesine dayanır. Dolayısıyla hakikat ve sınırlama kavramlarının birbirinden ayrılmazlığının anlattığı şey, refah devletinde yönetimin hukukla dışarıdan sınırlandığı bir modelden, neoliberalizmde yönetimin kendini içsel olarak, içsel bir hakikat rejimiyle sınırlamasına geçiştir. O halde, burada hem kendini sınırlama hem de onun hakikati hakkında (elbette politik hakikat anlamında değil fakat özel bir hakikat rejimi anlamında) -Foucault’nun temel ilgisi olan bu hakikatin politik etkilerinin ne olduğu ve tarihsel olarak nasıl üretildiği hakkında- Foucault’yu olası en kısa biçimiyle (Biyopolitiğin Doğuşu adlı 78-79 dersleri üzerinden) izlemeye çalışacağız.

Ekonomi politiğin doğuşunu o da aynen Marx gibi on altı ve on yedinci yüzyıllara yerleştirir. Marx komünal toplumları anlatırken, Avrupa versiyonunu, yılda bir kez bir araya gelerek klanların aralarındaki sorunları çözüme kavuşturdukları kurultaylara atıfla anlatır. Klanlar arası sorunlar hem politik hem ekonomik ilişkilerle ilgilidir. On yedinci yüzyılda piyasaları düzenleyen hukuksal biçimlerin bu kurultaylardaki karar üretme ve uygulama geleneğine dayandığı, bir yandan devletlerarasında dengeli bir rekabeti bir yandan ‘national ekonomi’yi düzenlediği söylenebilir. Hatta Tocqueville bu geleneğin 18. yy’da soyluların yargılama yetkisine dayalı bölge yönetiminden kolay kolay vazgeçmediklerini gösteren ‘bölge meclisleri’ biçiminde nasıl devam ettiğini inceler (2004:115-20, 315-25). Kısaca ekonomi politik kendi başlangıcını ‘devlet aklı’nın içine konumlandırır ve onun amaçlarını uygulamakla ilgili olarak çelişik değil onunla bağlaşıktır (BB 13). Ekonomi politiğin analiz ettiği şey ‘insan doğasına kazınmış temel haklar’ gibi bir şey değildir. O, sorunları haklar, yasalar, kısaca meşruiyet açısından değil etkileri açısından ele alır. Örneğin özel bir mal ya da kişi sınıfına vergi konuyorsa ekonomi politik, bu verginin yasal dayanağı ya da meşru olup olmadığıyla değil etkilerinin ne olacağı, olumsuz olup olmadığıyla ilgilenir. Temel haklar bir yönetim zihniyeti oluşturmaz, o yönetimi haklar açısından dışarıdan sınırlamakla meşguldür. Foucault için bu, ekonomi politiğin yönetimsel uygulamada kendi rasyonalitesi içinde bir yer bulmayı başarmasının nedenidir.

Bu rasyonalitenin rasyosu, ya da ekonomi politiğin keşfettiği şey bir tür doğallıktır. Giderek ‘ekonomik gerçekler’ olarak karşımıza çıkacak olan piyasanın işleyişinde vuku bulan olgular, süreçler ya da düzenliliklerin keşfi. Örneğin, “ekonomistler, nüfusun ücretlerin yüksek olduğu yerlere hareket etmesinin, bir doğa yasası olduğunu açıklarlar,” (BB, 15). Böylece ekonomi politik, doğal doğayı piyasa yoluyla toplumsal doğaya dönüştürür. “Liberal akıl yönetim için özgül pratikler ve nesnelerin “doğallığı” temelinde yönetimin kendini sınırlaması olarak tesis edilmiştir” (BB 31). Bu doğallık nedir? Her şeyden önce ‘ekonomik gerçekler’in (makro ekonomi, ekonomik büyüme, refah vb.) politik olarak tarafsız, nesnel ve evrensel gerçekler olmasıdır. 2001-2007 arasında liberal uzmanların bu ‘ekonomik gerçekler’in nasıl doğal, nesnel ve evrensel olduklarını yıllarca televizyonlardan tüm toplumun ortak duyusuna /bireylerin zihinlerine/ nasıl kazıdıklarını; ekonominin nasıl ‘toplumsal bir doğa’ya, dolayısıyla bir yönetim aklına dönüştürüldüğünü hatırlamamız öğretici olabilir. Bu doğa, bir yönetimin kendisi için özgül bir doğadır ve yönetim uygulamaları ile ve aracılığıyla, altında çalışılan şeydir. Foucault için, politik ekonominin inceleme nesnesi bizzat bu doğadır ve bir yönetim, bu doğaya karşı çalışamaz, çalışırsa bedelini öder. O halde, yönetimin başarısı fizyokratların önerdiği gibi, bizzat bu doğaya (ve onun doğa olduğunu keşfeden-anlatan söyleme) saygı göstermesinden geçer. “Başka deyişle o ya başarılı ya da başarısız olacaktır; meşruiyet ve gayrimeşruiyetten çok, başarı ve başarısızlık, şimdi, yönetimsel eylemin ölçütü haline gelir. Yani başarı [meşruiyetle] yer değiştirir” (BB 15). 2001 krizi bu anlamda bir milattır, meşruiyet ölçüsüne göre yöneten iktidar tipinden (ki bunun ne kadar kötü olduğunu liberaller yıllarca anlattılar) başarı ölçüsüne göre yöneten iktidar tipine (bunun da ne kadar iyi olduğunu da yine onlar anlattılar) geçilmiştir. Başarı burada yönetim sanatının, kendini bu doğa yasalarına göre sınırlaması, başarısızlık bunu akıl edememesidir. Yönetim bu yasalara müdahale eder mi? Edebilir, yani yönetim yanlış yapabilir, fakat bunun nedeni sadece o yasaları görmezden gelmesinden ibarettir. Görmezden geldiği şeyin kendi varoluş koşulları, kendi rasyonalitesi olduğunun cahili olmasındandır. Eyleminin, yani yaptığı şeyin ve uygulamaya koyduğu şeyin doğasına referansla kendini sınırlayan yönetim eylemi hem başarılıdır hem de kendiliğinden yönetim sanatına girer. “Hakikat sorunu ve sınırlama olasılığı her ikisi de bir yönetimsel akıl içinde ekonomi politik aracılığıyla ortaya konmuştur.” (BB 16).

Özetle, yönetimin hukukla düzenlenmesinin yönetim eylemine dışsallığına karşı, ekonomi politiğin yönetim eyleminin altında çalıştığı bir doğa, bir akıl, bir mentalite olarak yönetime içselliği bir hakikat rejimi oluşturur. Yönetimin öbür yüzü her zaman ekonomi politiktir. Yönetimsel akıl nihai olarak çıkar açısından işlev gören bir akıldır. Fakat bu artık, sadece refahı, nüfusu ve iktidarı tamamen kendine-göndermeli bir biçimde arayan devlet aklı değildir. “Yönetimsel aklın ilkesel olarak uyması gereken çıkar şimdi, bireysel ve kolektif çıkarlar arasında, toplumsal çıkar ve ekonomik kâr arasında, pazarın dengesi ve kamu otoritesi rejimi arasında, temel haklar ve yönetilenin bağımsızlığı arasında karmaşık bir karşılıklı etkileşim içindeki çıkarlardır. Yönetim, her halükârda, bu yeni yönetimsel akıl içindeki yönetimdir ve çıkarlarla çalışan bir şeydir” (BB 45). Fakat açıkça görüleceği üzere hiçbir yönetim böylesine karmaşık bir doğanın yaratacağı risklerin bütününü hiçbir zaman bilemez. Ve bunun karşısında ‘yeterince yönetmek’ dışında bir olanağı da yoktur. Eskiden Prens’in bu her iki ölçüye karşı duyarsızlığı, cahilliği ya da hoyratlığı karşısında onu “erdemle sınırlayan ihtiyatlı danışmanlar” ile bugün yönetime “gerçekte doğal mekanizmaların olmakta olanı yönlendirme (manipüle etme) mekanizmaları olduğunu anlatmak olan bu yeni ekonomik uzmanlarla hiçbir ilgileri kalmamıştır” (BB 16). O halde neoliberal yönetim aklı, bir maksimum sabiteyle bir minimum sabite arasında yönetmek demektir. Yani yönetim ilkesi yer değiştirmiştir; prensin erdemi olan “eşitleyici adalet” ya da denge kavramının yerini en çok/en az arasındaki sınırda yönetmek alır. “Yönetim sorusu bir zamanlar, -ben ahlaki, doğal ya da kutsal yasalarla uyumlu, uygun bir biçimde yönetiyor muyum? – anlamına geliyordu. Sonra bu, on altı ve on yedinci yüzyıllarda, ‘Devlet Aklı’yla (raison d’etat) birlikte; yeterli yoğunlukta, derinlikte ve devleti olması gereken noktaya getirmek için, onu maksimum kuvvetine getirmek için detaylara dikkat ederek yönetiyor muyum? oldu. Ve şimdi soru, şöyle; şeylerin doğası gereği benim için minimum ve maksimum sabite arasında, ‘en çok’ ve ‘en az’ arasındaki sınırda yönetiyor muyum? sorulacaktır” (BB 19). ‘En çok’u, piyasaya/topluma bireysel ve kurumsal girişimci olarak giren bütün aktörlerin çıkarı, ‘en az’ı da ‘kamu çıkarı’ olarak alırsak, Foucault için ‘yeterince yönetim’ tam da bu ikisinin arasındaki sınırda yönetmek anlamına gelir. Bu asla bir kesimden diğerine gelir aktarmaya dayalı şu ya da bu taraf adına yönetim, ya da denge yönetimi değil, sınırda yönetmek, ya da daha çok yönetmeden yönetmek, yönetir gibi görünerek yönetmektir. Gücü büyük ölçüde bağımsız kurullara, küresel taahhütlere ve kurumlara ve yönetimde yer alan şirket temsilcilerine devrederek, ‘sanki yönetmek’tir. İlerde göreceğiz, yönetim başarısı, yönetimin edilginliği arttığı ölçüde artar. Çünkü günümüzde sermayenin yönetime artık gerçekten de ihtiyacı kalmamıştır. [AKP’nin 2007’den bu yana gerçekten yönetmeye kalkışması (bunu becerdiğini değil, buna tevessül ettiğini söylüyorum), tam da yukarıda belirtildiği gibi, yönetimin kendi aklının ve kendi varoluş koşullarının cahili olmasıyla ilgilidir ve bedelini öder]. Demek ki, yönetimin kendini sınırlama ilkesi, neoliberal hakikat rejiminin çekirdeği olarak, rasyosu olarak çalışır. Bu rejim, ‘devlet aklı’na dayanan, hukuk ya da refah devleti modelinin telafisiz bir biçimde parçalanması ya da yarılması demektir. Çünkü, bu en temelde, neoliberal yönetimselliğin ‘en çok’ sabitesinin yarattığı, toplumu darmadağın eden yıkıcı etkiye -piyasanın yıkıcı etkilerine- müdahale etmeyecek, düzeltmeyecek demektir (doğal gazdan, petrole, suya, elektriğe, gübreye, tohuma, bankaya, eğitime, kısaca yaşamın her alanına dek, fiyatların yerli ya da yabancı şirketlerin denetimine bırakıldığına ve yönetimin bu alana müdahale etmediğine ve etmeyeceğini ilan etmesine AKP’li yıllar boyunca defalarca tanık olduk, kanıksadık ve öğrendik) fakat öte yandan da, yönetim ‘yeterince yönetim’ faktörü olarak yönettiğini söylemeyi sürdürecektir. Foucault’nun belirttiği gibi bu iki sabite arasındaki boşlukta yönetim, Avrupa’da belki ‘yeterli yönetim’ biçimine bürünüyor olabilir, fakat bizde sanırım bu arada yönetmek, sınırsız piyasa ve girişim özgürlüğünün pervasız yıkıcılığı (sadece HES’leri, ‘Kentsel Dönüşüm’ü düşünmek bile yeter) karşısında, ‘en çok’la özdeşleşerek, hızla barbarca ve despotça yönetime evrilmiştir. Sınırsız ve sonsuzun (piyasanın ve islamın), sınırlı ve sonlu (birey ve onu kuşatan yaşam tarzı) üzerindeki bu acımasız tahakkümü, neoliberal yönetimselliğin temel özelliğidir. (Direniş hakikatinin temel özelliği, ya da gücünün kaynağı da bu saldırıya karşı sınırlı ve sonlu olan amaç ve program aklıyla değil, sınırsız ve sonsuz iletişim ve yaratıcılık gücü ve yeteneğiyle direnmesidir. Ve bu, bir alternatifin işaretidir).

Doğrulama Ölçüsü ve Yasal Biçim

Günümüz neoliberal yönetimselliğin hakikat rejimi açısından Foucault, iki noktayı vurgulama ihtiyacı duyar; birincisi hakikat rejimi derken ‘politika ve yönetim sanatının rasyonel hale geldiği gibi bir iddiayı asla ileri sürmediğini, bu yönetim aklıyla bir tür epistemolojik eşiğe gelindiğinden ve bilimsel bir yönetim sanatına ulaşıldığından asla söz etmediğini ısrarla vurgular. O sadece yönetim uygulamalarının özel bir söylem tipiyle, bu uygulamalar hakkında doğru ve yanlış açısından yasa (reçete) yapabilen bir söylem tipiyle (ekonomik analizlerle) eklemlendiğini ileri sürer. Hakikat rejimi tam da bu eklemlenme yoluyla uygulama olanağına kavuşur. İkincisi bu olanağı mümkün kılmanın koşulu anlamında basit bir soru sorar; ‘yönetimsel aklın kendini sınırlaması ne demektir? (BB 20). Bunun yanıtının çok geniş olduğunu belirtir ve yanıt anlamında neoliberalizmin doğuşuyla ilgili, derslerde okumadığı fakat elyazmalarında var olduğu için editörlerin metne dahil ettiği üç yorum verir (BB 21 dipnotta) -kısmen değineceğiz-.

Şimdi, doğal mekanizmalar, yani ‘politik olarak tarafsız, evrensel, nesnel ekonomik gerçekler’in yönetim aklına içsel olması ve yönetimi sınırlaması (pasifleştirmesi), yani ne yapar ya da yapmazsa yararlı veya zararlı olacağını bildiren reçeteler üretmesi gibi bir neoliberal zihniyetin, toplum üzerinde hegemonya kurmasından söz ediyoruz. Foucault’nun elediği (aslında A. Smith’in görünmez el’inin diskalifiye ettiği ya da tersine çevirdiği) yönetimi dışsal olarak sınırlandıran iki referans var; birincisi sözleşmeci norm ve kurumlarıyla hukuk. İkincisi ise, kadimden bu yana gelen ve Aydınlanmacı ve sözleşmeci kuramlarla bütünleşen ‘iyi yaşam’ normları, ya da başka türden politik bağıtlar ya da kültürel ve ahlaki normlar. Kısaca hukuksal, Aydınlanmacı ve kültürel hepsine birden (tabi bunların cisimleştiği kurumlar dahil) ‘normlar ve kurumlar’ diyeceğiz. Neoliberal hakikat rejiminde bu normların ve kurumların yerine ikame edilen şey; ‘doğru ve yanlışa’ göre yasalaşan, iyi ve kötüyü saptayan kanaatler ve onların kurumlarıdır. Şimdi bu hakikat rejimiyle ilgili iki noktanın açılmasına ihtiyaç var, birincisi bu ‘doğru ve yanlış’ın, ya da yönetim uygulamalarını ‘doğrulamanın’ (veridiction) ölçüsü nedir? Ve ikincisi, -eşanlı gerçekleştikleri için aynı pratiği oluşturan iki soru-; bütün bu şema nasıl uygulamaya geçecek ve hakikat rejimi modern rasyonalite içinde olmadığına göre, yani hukuksal ve aydınlanma norm ve kurumlarıyla iletilemeyeceğine/üretilemeyeceğine göre, bireyler onu nasıl öğrenecekler, dolayısıyla nasıl özneleştirilecekler?

Birincisi, piyasanın hakikat gibi bir şey haline gelmesiyle ilgilidir. Yani Adam Smith’in ‘görünmez el’ teorisinin önermesiyle çerçevelenmiş bir şey; özel çıkarın korunması kendiliğinden ortak iyiye yol açar. Bu yüzden piyasanın dengelerini bozacak müdahalelerden kaçınmak gerekir. Çünkü sadece doğru fiyatlama kaynakların etkinlik, adillik ve istikrara yönelik olarak tahsisini sağlar. Bu noktada yönetimsel aklın keşfettiği şey şudur; “fiyatlar pazarın doğal mekanizmalarına göre belirlendiği ölçüde onlar yönetimsel uygulamaların doğru olduklarını ve hatalı olduklarını fark etmemize olanak sağlayan standart bir hakikati oluşturur… Bu anlamda, üretim, ihtiyaç, arz, talep, fiyat ve vesaire dolaşım aracılığıyla birlikte bağlı oldukları ölçüde, Piyasa bir doğrulama kümesi oluşturur. Yönetim uygulaması için bir doğrulama-yanlışlama dizisi demek istiyorum” (BB 32). Dolayısıyla piyasa artık yönetimsel pratiğin hukuktan çok hakikate göre işleyen, yönetimi doğrulama alanını oluşturur ve Avrupa rasyonalitesinin, onun çok bilinen şu Kartezyen bilgi iktidar şemasının romantiklerden, postmoderniteye kadar eleştirilmesi ve terk edilmesinin ötesine geçerek, fiilen ve radikal anlamda terk edilmesi anlamına gelir. Artık doğrulama-sınırlama sorunu, meşruiyet ya da hukuk açısından değil, yönetimin bizzat pratiğinden de facto koşullardan çıkarsanacaktır. O zaman ‘de facto koşullar’ın sınırlayıcılığı, yeterince yönetim açısından neyin yapılmasının ya da neyin yapılmamasının daha yararlı olacağı anlamına gelir. “Yönetimin beceri-başarı sınırı yönetimsel uygulamanın yaratacağı faydayla sınırlanmış olur. Soru, yönetim eyleminin her anında ve kurumlarının her biriyle ilgili olarak yönetime doğrultulur; faydalı olan nedir? Ne için faydalıdır? Hangi sınırlar içinde faydalıdır? Fayda ne zaman sona erer? Zararlı ne zaman ortaya çıkar? Bu ‘benim orijinal haklarım nelerdir ve bir egemene karşı onları nasıl savunabilirim?’ türünden devrimci bir soru değil, fakat radikal bir sorudur, İngiliz Radikalizminin sorusudur: fayda sorusudur.” (BB 40). O halde neoliberal yönetimselliğin başarı ölçüsü de facto faydadır. Burada altı çizilmesi gereken en önemli unsur, bu ölçünün yönetimselliğin zamanını, daima ‘şimdiki zaman’a kilitlemesidir, bunun dışında ne geçmiş ne gelecek türünden yönetimsel bir zaman birimi yoktur (yönetimin güvenlik ve infaz araçlarını bu denli geliştirmesinin ve ‘tehlike’ atfedilenlerin üzerine -daha ‘tehlike’ doğmadan- saldırtmasının temel nedeni budur. Bu da şunu verir ki, polis bundan böyle herhangi bir hukuk ya da meşruiyet adına hareket eden meşru bir güç değil, mevcut yönetimi şimdi korumakla görevli, gayri hukuki bir saldırı örgütüdür. Polis Okulu’nda ve Adalet Yüksel Okulu’nda öğretilen temel unsur, meşruiyet içinde toplumun güvenliğini sağlamak değil, bizzat mevcut yönetimi her ne pahsına olursa olsun ve her koşul ve durumda ‘korumak’ ve ‘tehlike’yi bertaraf etmektir. Amaç her zaman yönetmeden yöneten yönetimi, yani piyasa aklını korumaktır).

Foucault’ya göre hakikat üretiminin iki biçiminden biri onun tarihsel üretimi ise, ikincisi bu üretimin politik etkileridir. Neoliberal yönetimsellik içinde ekonomik gerçeklerin nesnel ve politik tarafsızlık iddiasının tarihsel bir hakikat olarak üretimi, hakikatin ikinci biçimi olan bu iddianın politik etkilerinin, iktidar ilişkileri etkilerinin bir politik ontolojiye dönüşmesi olmuştur. İşte tam da bu anlamda neoliberal politik ontoloji zengin ve yoksul ayrımını ‘ekonomik olarak’ tanımlamak yoluyla, adalet talebi zemininde şekillenen politik bağıtlanmalar ve ahlaki ilkeler kümesini gereksiz bir alan olarak görüp, politikanın dışına sürerken aynı zamanda bunu neoliberal politik ontoloji içinde doğallaştırır. Sol açısından asıl zorluk politik bir iddianın, ‘ekonomik gerçekler’ karşısında irrasyonaliteye düşmeden savunulma olanağının kalmamasıydı (bunun özellikle 2002-007 arası, marksistlerin şahlanan liberallerin karşısına bile çıkamadıkları dönemde ne denli çıplak bir olgu olduğu hatırlanabilir -bu liberallerle görülmeyen hesap hala açık duruyor, islam tehdidi bu hesabı kapatmaz, tersine bu hesap açık durduğu sürece islam tehdidi alt edilemez.) İster sosyalist ve hatta isterse sosyal demokrat olsun her tür kamusal ya da toplumsal çıkar gözeten politik talep gelip ‘ekonomik gerçekler’ adlı hakikat duvarına çarpar. 2005’lere geldiğimizde Türkiye ciddi anlamda, kamucu politikaların tasfiyesinin çok ötesine geçmiş, bizzat piyasa; iktidar uygulamalarının hukuktan çok neoliberal hakikat rejimine göre işleyip işlemediğinin doğrulandığı, hatta kontrol edilip ayarlandığı bir alan haline gelmiştir. Hatırlayalım, 2005’lerin Erdoğan’ı attığı her adımın ve uygulamanın sonuçlarını borsanın iniş ve çıkışına göre ayarlayan ve başarısını borsanın çıkışı üzerinden meşrulaştıran bir söylemi dilinden düşürmüyordu. Uygulanan politikaların, şu meşhur %6,5’luk Kemal Derviş’in koyduğu bütçe fazlası hedefi, portföy yatırımlarındaki artış, döviz rezervi, enflasyonda düşüş, büyüme oranlarında artış, gibi makro ekonomik göstergelerden başka başarı endeksi yoktu.

İkincisi; özetle, Devlet Aklı’yla yönetmekten, neoliberal yönetimselliğe geçişin üç aksı: devletin hukuk alanından pazarın hakikat alanına geçiş, antikten beri süre gelen iyi yönetimin ilkesi ‘adalet’den, piyasa tarafından güdülenmiş bir ‘fayda matematiğiyle’ yönetmeye geçiş ve pazarın küreselleşmesi (BB 61). O halde bu geçiş, aydınlanmanın, özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelinde şekillenen normlarının -yurttaş hak ve yükümlülükleri, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı- ve kurumlarının -parlamento, yargı, ordu vb.- biçimsel varlıklarını değil fakat egemenliğin kullanımındaki paylarını ve meşruiyetlerini ortadan kaldırmadan mümkün değildir. Dolayısıyla bu ilga (basitçe sermayenin devleti ilgası) gerçekleşmeden neoliberal yönetimsel aklın işlediğinden söz edilemez. Foucault yönetimsel aklın kendini sınırlamasının, yönetime yasal biçim verme görevi olarak ortaya çıktığını ve bunun da tarihsel olarak iki biçime büründüğünü, yukarıda bahsettiğim dipnotunda (BB 20-21) belirtir. Birincisi, yönetimin hakların statüsüyle sorgulanması ve aracılığıyla sınırlanması modeli, ikincisi ise, benim ‘ilga’ dediğim, Foucault’nun bir seferde bütün hakları yeniden üretecek sınırsız bir yönetimsel müdahale, “yönetimsel boyun eğdirme, tek seferde üstünü çizme, devrim” (BB 21) modeli dediği model. “Birincisi halâ hukuksal sınırlama rejimiyle güçlü bir ilişki içindedir, ikincisi ise yönetim müdahalesine sınırsız bir etki alanı açar” (BB 21) ve “eksiksiz yönetimsel koşulları benimseyen bu devrimci prosedür, geriye kalan zorunlu ve yeterli hukuku benimser” (BB 21) (abç). Neoliberal yasal biçimleniş anlamında birincisi günümüz Avrupa’sını, ikincisi ise günümüz Türkiye’sini resmeder. Nitekim, bugün Avrupa’da yaşanan sıkıntı, küresel sermayenin hiçbir sınır tanımayan ve kontrol edilemeyen kendini değerleme akışları ile üç yüzyıllık kökleri olan aydınlanma normları ve kurumları arasındaki çekişmedir. Bu norm ve kurumlarının tasfiyesi o kadar da kolay olmamaktadır (hele Türkiye’nin son on yılındaki gibi kısa sürede bütün Aydınlanma norm ve kurumlarının radikal tasfiyesi, ilgası, Avrupa için ne düşünülebilir ne de öngörülebilir bir olaydır. Avrupa bu dönüşümü tamamen politikanın dışında ve ekonominin içinde bir biyoteknolojiye ve biyoekonomiye devretmiş bir konumda, (yani yönetim, kendisini ilgada -hukuk dolayımı dışında- görev almayan fakat sermayenin ilga yolunu da asfaltlayan bir konumda) görünüyor. Dolayısıyla Türkiye, Batı için neoliberal politikaların ve sonuçlarının test edilmesi anlamında, bölgesel olarak ideal bir pilot uygulamadır. Çünkü bu süreç, yani, refah devletinin normları ve kurumların ilgası Türkiye’de çok kolaylıkla başarılmıştır. Neden Avrupa’da değil de Türkiye’de başarılmıştır. Bunun bence en makul izahı, yani Avrupa’da istenen sonuçların -en azından toplumsal biçimleniş zemininde- yeterince alınamamasının nedeni, aydınlanma normlarına karşı bir ‘hınç politikasının’ (tepkici politikanın) istisnai iktidarını kolay kolay üretememiş, refah devletinin modern yapısından böyle bir iktidar çıkaramamış, -sermaye talep ettiği halde- narsist bir nihilizme evrilememiş olmasıdır. [Denememiş midir? Hayır denemiştir, Sarkozy ile, Berlusconi’ ile, Blair ile vb. denemiştir. Ancak bugün 2013 de görülüyor ki Merkel stratejileri bu geçişi, iradeden çok zamana ve teknolojiye devretmiş ve G. Bush’un mutlak anlamda uyguladığı (C. Schmitt tarafından formüle edilen) istisnai egemenlik modelini denemeyi henüz düşünmemektedir. Türkiye ise Erdoğan’la birlikte, G. Bush’un istisnai egemenlik modelini tam anlamıyla, -tabi, intikam ve cehalet boyutlarının önemini de hesaba katmak gerekir- pervasızlıkla uygulamış ve uygulamaktadır.] Öte yandan bu, Avrupa politikasının çok daha derinlerde bir ‘hınç politikası’ (politikayı değer düşümüne uğratarak, hatta ortadan kaldırarak olumlayan bir politika) olmadığı anlamına gelmez, fakat bunu istisnai bir politik iktidara dönüştürememiş olması anlamına gelir. Çünkü Avrupa’da hala bu ilganın hukuktan (yasadan) dolanarak yapılabileceği yanılsaması hakimdir. Foucault’nun, 70’lerdeki ekonomik kriz karşısında Gisgard d’Estaign’in, bir yandan serbest piyasa aklının söylemini savunması fakat öte yandan müdahaleci tedbirler alması şeklinde uyguladığı, toplum ve ekonomiyi ayrı ayrı ele alan ikili politika örneği (BB 192-196), genel Avrupa refleksini tanımlar. Hem sermayeye hem egemen devlete göz kırpan bu ikili politikayı Oksala’nın şu saptaması çok net anlatır; “Etkin bir piyasa ekonomisiyle el ele giden toplumsal projeler geliştirme” (J. Oksala, 2013:64). Bu, Avrupa neoliberalizminin bize neden hep ‘proje’ler temelinde gelmeye çalışmasının mantığını da açıklar (tabi projelerin her zaman, hukuk dolayımıyla değil istisna modeliyle çalışan İslamcı ‘fayda’ içinde boğulmalarının nedenini de). Avrupa modelini geçersiz kılan temel gerekçe, Marx’ın ‘sermayenin doğrudan boyunduruğu analizlerinin çok net kanıtladığı gibi, sermayenin dünya pazarı aşamasında yani kendi kendini üreten ve kendi kendini değerleyen özerk ve bağımsız bir hareket, dolaşım, akış aşamasında olması ve bu aşamada ne hukuksal ne yönetimsel hiçbir dışsal sınırı kabul etmemesidir. Zaten artık kontrol de edilememektedir.

Özetle bizdeki 80 sonrası dönüşüm ‘modern’ politik kadrolar eliyle sonucuna ulaştırılamazdı. Ne Demirel ne de Ecevit rejimleri böyle bir ilgayı gerçekleştiremezdi. Evet, Tansu Çiller, Mesut yılmaz ikilisi bu role soyunmuştur fakat yine ‘reform paketleri’ yoluyla yine ‘hukuk’ (Avrupa’lı model) dolayımıyla. Fakat hiçbir politik kadro ‘kendilik olarak, -Aydınlanma norm ve kurumlarının ilgasını, İttihat ve Terakki ve Atatürk adıyla özdeşleyen tarihsel bir hıncın kristalleştiği- dolayımsız bir ‘kendilik’ olarak, ortaya çıkıp bu ilgayı bizzat gerçekleştiremezdi. Ne Erbakan Ne Bahçeli ne de bir başkası, ‘Modern politik kadro’ kimliğini koruduğu sürece bunu yapamazdı ve yapamadı (2002’de Bahçeli’nin erken seçim kararıyla iktidarı altın tepside Erdoğan’a sunmasının altındaki gerçek neden, Bahçeli’nin ‘modern’ devletin ‘ilga stratejisinin’ varlığını ve bunu kendisinin yapmasının politik intihar olacağını kesin olarak biliyor olmasıdır). Çünkü neoliberalizmin egemenliğini sağlamak ve sürdürmek için gerekli olan şey politikanın içinde değil dışındadır. Yani, antik Grekten beri süregelen ve modern devletin ‘yaşatma ve bakımını üstlenme’ vaadinde zirvesini bulan ‘iyi yaşam’ idealini gerçekleştirme program ve vaadleri olan hiçbir politik kadro (ki varlıklarının nedeni bu program ve vaaddir) politikanın dışına çıkamaz, yönetimi koşulsuz olarak piyasayla içerden sınırlandıran bir aklı taşıma görevini üstlenemezdi. Bu ancak bir koşulda, iyi yaşam ideali bütünüyle Piyasa tarafından üstlenilmiş ve ekonomiye ve teknolojiye içselleştirilmiş ise kolaylaşabilir (bu konuyu etkili bir biçimde aydınlatan bir çalışma için bkz. N. Rose 2008). Çünkü bu durumda piyasa mekanizmalarının yönetimsel akıl olarak doğallaşmasının, dolayısıyla bir ‘toplum politikası’na dönüşmesinin bir tek sonucu olabilir, o da ‘egemenlik ‘politikası’nın sonu ya da gereksizleşmesidir. Öyleyse aydınlanma norm ve kurumlarıyla işleyen yapının ilgası modern politika içinde mümkün değildir. Modern devletin ilgası için gerekli mutlak anlamda tek koşul, bir ‘politika’ olarak değil -yani, iyi yaşam idealini programa çevirmiş bir politika olarak değil; hınç ve intikam etrafında örgütlenmiş istisnai ve nihilist bir ‘politik’ yapının (mafyatik bir çete yapılanması şeklinde istisnai bir yapının) keşfi ya da varlığıdır. Türkiye özelinde bu, yukarıda açıkladığım nedenlerden ötürü asla ‘modern bir politik kadro’ olmayan, hatta oluşumunda ve stratejik yön tayininde Kelt aklının ve Amerikan örgütçülüğünün rolünün küçümsenmemesi gereken mafyatik bir çete yapılanması olarak AKP’dir. Fakat mutlak anlamda neoliberal hakikat rejimiyle karşılıklı ilişki ve eklemlenme içinde, (yani bu rejimin toplumsal ‘sağduyu’nun hakikati haline gelmesi koşulu bir yanda fakat bu koşulu tatbik edecek istisnai bir yapının varlığı öte yanda ve ikisinin ancak karşılıklı olarak bağlı olmaları, kısaca uzmanlar iktidarıyla istisnai iktidarın karşılıklı ve birbirlerine bağlı oluşları koşuluyla) aksi halde bu asla mümkün olamazdı, ya da Avrupa’da bugün mümkün olanın karikatüründen daha ötesi olamazdı. Özetle, Foucault için,“Devletin neoliberalizmin yükselişiyle birlikte ani küçülmesi biyopolitik rasyonalitenin görünürlük kaybına yol açmaz ve açmadı. Tersine neoliberalizm biyopolitikanın yeni hegemonik formu olarak görüldü. Neoliberalizm biyopolitik değerleri ve amaçları -kişinin bedene, sağlığa, mutluluğa sahip olma ihtiyaçlarını tatmin etme hakkı- başarılı bir biçimde savundu. O egemen bir topluluğa içsel olarak düşünülen alanı, etkin bir biçimde aşındırdı ve böylece aslında egemen iktidarı sorgulamış oldu. Aynı zamanda o, bunun karşılığı olarak, ekonominin alanını genişletti ve bu biyoiktidar akılsallığının genişletilmesi ve güçlendirilmesinin yolu oldu” (J. Oksala, 2013:63).

Uzmanlar İktidarı

Neoliberal yönetimsellikte, yönetimi dışarıdan hukukla sınırlayan ‘hukukun üstünlüğü’ rejimi sona erer ve yerini, Foucault’nun yukarıda belirttiği, “geriye kalan zorunlu ve yeterli hukuk”olarak ‘infaz hukuku” alır. Bu neoliberal hukuk, modern hukuktan geriye kalan ve onun yasaklama gücünün uygulama mekanizmaları olan ‘infaz araçlarıdır’ (BB 254). Klasik şablona göre hukuk gücünü modern sözleşme teorilerinde dile gelen ‘genel irade’den ve bu iradeyi tanıyan modern ve rasyonel normlardan alıyordu. Ve bizzat ‘hukukun üstünlüğü’ rejimi, yönetimi ‘bireysel hak ve özgürlükler’ başta olmak üzere ‘temel insan hakları’ mevzuatıyla sınırlandırıyordu. Oysa neoliberal yönetimsellik kendini ekonomi politik analizlerle çerçevesi çizilen ekonomik gerçekler’in fayda matematiğiyle içsel olarak sınırlandırdığı uğraktan itibaren, onun bireysel özgürlükler ve insan hakları diye bir sorunu kalmaz. Çünkü o zaten bir ‘özgürlük üretim makinası’ olarak, zorunlu özgürlük üretimi diyeceğimiz bir mekanizmayla çalışır, bireyleri zorunlu olarak özgürlüğe tabi kılar, mecbur eder (BB 62). Bunu, çağdaş Marksist dile çevirirsek, neoliberal yönetimsellik sermayenin üretici gücü, hatta sabit sermayesi haline gelen bireyin nadir bulunan özelliklerinin (iletişim becerisi ve yaratıcılık yetisi) üretkenliğini artırmanın zorunlu koşulu olan (sınırsız seçme özgürlüğüne indirgenmiş) bir özgürlük üretimini zorunlu kılar. Dolayısıyla varlığı özgür ve girişimci bir ekonomik insan (homo economicus) üretimine bağlı olan böyle bir sistemin kendini sınırlamasının nedeni, bireysel özgürlükler ve temel insan haklarına saygı değildir ve bununla da ilgisi yoktur. Foucault için neoliberal akıl kendisini, insan haklarına saygıyla değil ‘kanıt’la sınırlandırır (BB 61, 293).

O halde, hukukun dışarıdan sınırlamasının zeminini tanımlayan hukuksal egemenliğin, yerine neoliberal yönetim aklını içerden sınırlayan piyasanın ‘egemen’ olduğunu, onu ikame ettiğini mi söyleyeceğiz? Hayır, çünkü “Ekonomide egemen yoktur. Ekonomik egemenlik yoktur” (BB 282). Ekonomik sürecin bütününün bilinmesinin mümkün olmadığını ileri süren Foucault bu tezi temellendirirken, Fizyokratların somut bir önerisinden, egemenin piyasaya gerçekten saygı duyması gereğinden hareket eder. Ancak bu saygı, piyasayı, egemenin müdahale etmesinin ya da dışlamasının mümkün olmadığı bir alan olarak kabul etmesi anlamına gelmez, daha ziyade piyasayla karşı karşıya gelen egemenin şimdiye kadar uygulamış olduğu politik iktidar tipinden tamamen farklı bir iktidarı uygulamak zorunda kalacağı anlamına gelir. “Piyasayla ve ekonomik süreçlerle karşı karşıya kalan egemen, bir hak yoluyla, mutlak karar verme gücüne sahip biri olmayacaktır… fizyokratlar’ın perspektifi içinde egemen, politik bir etkinlikten, ekonomik süreçle ilişki içinde teorik bir edilginliğe geçmek zorunda kalacaktır.” (BB 293). Burada yönetim sanatı (eskiyi hatırlatan formlar içinde) korunmakta, fakat yönetim etkinliğinin gerçek doğası kökensel olarak değiştirilmektedir. Yönetimsel akıl, ‘devlet aklı’na ait yönetimin, “endeksini, sabitesini değiştirir ve onu yönetimsel etkinlikten teorik edilginlik haline çevirir, ya da başka deyişle onu kanıt haline getirir (BB 293). Neoliberal yönetim sanatı; etkin ve müdahil bir yönetimin [iktidar araçları olarak, gümrük vergileri, rüsum ve harçlar, kambiyo rejimi ve (sosyal haklar, çalışma koşulları ve işçi sağlığıyla ilgili) üretim düzenlemeleri vb.’leri ile piyasayı düzenleyen yönetimin] yerini, yönetim tarzını korumakla beraber, kendi kendini sınırlayan bir yönetime bırakmasını sağlamak adına, onun endeksini değiştirmek (piyasaya müdahale değil, onun doğal mekanizmalarına ve işleyişine saygı göstermek) sabitesini değiştirmek (toplumu yönetmek değil, yeterince yönetir görünmek) ve onu pratik olarak etkin değil, (yönetim uygulamalarının piyasa gerçekleri tarafından doğrulanmasını analiz eden ve yönetim için bunun bilgisini üreten ‘ekonomik analizler’ yoluyla) ‘teorik olarak edilgin’ kılarak işler. Bir kez daha, hukuksal egemenlik yerini, yönetimin kendini sınırlamasını, piyasanın doğallığı ile doğrulayan, yani ‘kanıt’ üreten ‘ekonomik analizler’ ve ‘uzmanlar’ yoluyla yasalaştırılan (reçeteleştirlen) ‘ekonomik gerçekler’in sürekli, her seferinde, her zaman yeniden üretimine bırakır. Egemen artık bir özne değil, ‘kanıt’ üreten enformasyon akışı, ekonomik insanın paydaşlığı ve piyasa mekanizmalarının ilişkiler şebekesidir.

Yönetim kendini bu ekonomik analizlerin ortaya koyduğu kanıtlarla sınırlandırır, edilgin kılar. Bunun herhalde en ünlü örneğini, 2001 krizinde Kemal Derviş’in hem toplumu hem de yönetimi, ortaya koyduğu teorik kanıtlarla nasıl sınırladığını, ‘teorik bir edilginliğe’ nasıl mahkûm ettiğini hatırlayarak verebiliriz. Ecevit koalisyonuna klasik bir ‘egemen iktidar’ dersek, Kemal Derviş’in teorik kanıtlarının o iktidarın egemenliğinin yerini alan ‘ekonomik analizler’ olduğunu da aynı şekilde söyleriz. Dolayısıyla neoliberal bir düzende hem yönetimi sınırlayan hem de ekonomik insan öznelliğini üreten mekanizma ‘uzmanlar’ ve medya iktidarıdır. Bu anlamda, Foucault için, neoliberalizm ile biyopolitaka aynı şey demek olmasa bile aynı kumaştan dokunmuştur ve ikisi de ‘uzmanlar’ın iktidarıyla yürütülür. Türkiye’de 80’lerden bu yana liberal hakikat rejiminin üretilmesi ve söyleminin hâkim kılınması işlevi çoğunluğu 68 kuşağı olmak üzere, solcu aydınlar tarafından üstlenilmiştir. 2002’den itibaren biz NTV’de başlayıp tüm ülkeyi, tüm üniversiteleri dolaşan üç kişilik ‘uzmanlar’ heyetinin, -Asaf Savaş Akat, Mahfi Eğilmez ve Deniz Gökçe üçlüsünün- yıllar süren ‘Ekonomik Gerçekler’ eğitimine toplum olarak tabi tutulduk. Bu üçlünün neoliberal hakikat iddiaları yukarıda büyük ölçüde yer verdiğimiz, neoliberal yönetim aklının ekonomi politiğiydi. Başka üçlüler de oldu -Şahin Alpay, Eser Karakaş, Mehmet Altan- gibi. Üniversiteler (başta Bilgi Üniversitesi) neoliberal ekonomi politiği zihinlere kazımak için seferber oldular. Ve gazeteler ve köşe yazarları ve akademisyenler’ bu seferberlikte üstlerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiler. Türkiye 2005’lere geldiğinde artık neoliberal yönetimselliğin hakikatlerini içselleştirmiş özellikle kentli bir nüfusa sahip oldu. Öyle bir atmosfer doğdu ki, M.Thatcher’ın ünlü ‘başka alternatif yok’ sloganı için olduğu gibi, neoliberal yönetimselliğin taşıyıcısı rolüne soyunan AKP ve Erdoğan’ için de aynı slogan ‘Alternatif yok’ tekrarlanıyor ve AKP seçim üstüne seçim zaferi yaşıyordu.

Yukarıda belirttik, bu yönetimsel aklın rasyonel ya da bilimsel falan olmadığı vurgusunu yapan Foucault bu ekonomik analizlerin daha çok “doğru ve yanlış arasındaki bölünmeye tabi olan önermeler açısından iyi ve kötü olarak yargılamaya izin veren makul mekanizmalar yoluyla” (BB 19) işlediğini belirtir. Bu ‘makul mekanizmalar’ın J. Habermas’ın ‘rasyonel insan’ öncülüne dayalı mutabakat rasyonalitesi ile işlediği ayrı bir konu. O zaman şu soru kendiliğinden önem kazanır, ‘ekonomik gerçekler’in sırtını dayadığı ‘gerçek’, ya da ‘hakikat’ gerçekten nedir ve nasıl imal edilir? Foucault’ya kulak verelim; “Gerçekte, aşırı ölçüde geniş bir tanım hatta sadece tek bir tanım değildir ve Becker, örneğin -Amerikan neoliberallerinin en radikali diyebilirsiniz- ekonomik analiz nesnesinin… akılcı bir davranışın ötesine bile genişletilebileceğini, buna reğmen yetersiz olduğunu ve ekonomik yasaların ve ekonomik analizlerin akılcı-olmayan davranışlara, yani, …her durumda, hiçbir şey gözetmeyen davranışlara mükemmel biçimde uygulanabileceğini, söyler.” (BB 269) (abç). Ömer Tuğrul İnançer, malum, TRT’deki çıkışlarıyla ‘yaşam tarzlarına’ İslamcı format atmaya çalıştığı için kamuoyunda epey tepki toplayan zat. Aslında tasavvuf konusunda derinliğine uzman olan ve -bence inancıyla tutarlı kalan- (dolayısıyla telkinleri şahsının olmaktan çok islam akaidinin yaşam tarzı olarak anlaşılması gereken) zatın, geçmiş programlarından birinde, ‘islamda gerçeklik ne demektir?’ diye sorup yanıtını verirken yaptığı bir tanım, önemlidir. Mealen şöyle diyordu “islamda gerçeklik bizim bildiğimiz türden bir gerçeklik değildir, ‘kabul edilmiş’ bir gerçekliktir. Dolayısıyla islam ‘gerçek’ten bahsederken ‘kabul edilmiş gerçekler’den bahseder”. Yukarıda Foucault’nun Amerikan neoliberallerinin en radikali olarak işaret ettiği Becker’in, sözcüğü sözcüğüne aynı ifadeyi kullanarak (akt. Foucault, BB 269) ekonomik analizlerin ürettiği ‘kanıt’ların nihai olarak “Kabul Edilmiş Gerçekler”e dayandığını ve ekonomik insanın bu gerçekleri tanıması gerektiğini söyler. Küresel piyasanın doğrulayıcı ölçü alındığı ekonomik analizler yoluyla ‘kabul edilmiş gerçekler’ üreten ve bununla yönetime buyruklar (reçeteler) veren ve bu yolla edilginleştiren uzmanlar iktidarı; medya’nın gücü; bu reçetelerde verilen ‘kanıt’lara göre uygulamalarının başarılı olduğunu, başarılı yönettiğini her vesileyle kamuya ilan eden, yönetmeden yöneten bir yönetim; sivil toplum temsilcileri ve aydınlar ordusunun alkışlı onayı; bütün bu faktörlerin sürekli çevrimi olarak işleyen yönetimsellik döngüsü. Her seferinde, her olayda yeniden devreye giren bitimsiz bir döngü. Bu döngünün asıl başarısı yönetimin kendini sınırlamasına yol açan ‘kanıt’lar üretmeleri değildir. Asıl başarı bu neoliberal çevrimin politik inanç oluşturan bir ortam yaratmasıdır. Böylece neoliberal aklın ‘kabul edilmiş gerçekler’i aynı anda bir politik inanca dönüşür. Ve bu politik inanç piyasa ilkelerini bir yaşam tarzına, alternatifi olmayan, değişmez bir toplum politikasına dönüştürür. Bir yandan alabildiğine bireysel hak ve özgülükler söylemiyle işleyen bir iktidar biçimi fakat aynı anda, bir yönetimsellik biçimi, özel bir politik rasyonalite olarak, bir dışarısı olmayan, alabildiğine kapalı ve homojen hatta uniform bir neoliberal yaşam tarzı.

Neoliberal Toplum Politikası

Neoliberal toplum politikasının ekonomi politikasıyla ilişkisinin yıkıcı olması istenmiyorsa, toplum politikası bir karşı ağırlık olarak, bir dengeleyici olarak hizmet edemez ve ekonomik süreçlerin etkilerinin telafileri olarak tanımlanamaz. Zaten böyle bir cümle kurulduğu andan itibaren sosyal devlet, sosyal düzen, sosyal haklar vb. bütün tazmin ve telafi sistemi, yıkılır. AKP’nin ilk yıllarında teker teker yıkılan bizzat bu refah devleti modelinin telafi mekanizmalarıydı. Sağlık harcamaları, sosyal haklar, çocuk bakımı, aile yardımı her şey şirketlerin sorumluluğundan çıkarılarak bireylerin kendi sorumluluk alanlarına aktarıldı. Daha önce eğitimde, sağlıkta, kamusal yaşamda fırsat eşitliği türünden adlar takılan, göreli eşitlik sağlama mekanizmaları neoliberal düzende bütünüyle ortadan kalkar. Dolaşım ilişkileri içinde, alışveriş öznesi olarak, sadece üretici ve tüketici olarak mübadele sürecinin ayrılmaz bir tarafı, bir ortağı olan birey, rekabet dinamikleri içinde girişimci olmaya zorlanır ve rekabet oyununun yarattığı dalgalanmalara terk edilir. Göreli eşitlik burada ekonomik temelini bütünüyle kaybetmiş rekabet temelli bir toplum politikasına, eşitsizlikte eşitliğe dönüşmüştür. “Toplum politikası eşitliği bir amaç olarak alamaz, tersine o, eşitsizlik işlevine yönelmeli, hatta insanlar eşitsizlikten şikâyet etmek bir yana onun ne demek olduğunu bile hatırlamamalı, düşünmemelidirler. Eşitsizlik herkes için aynıdır” (BB 142). Göreli eşitlik düşüncesi yoksa o zaman bir kesimden diğerine gelir aktarımını düzenleyen bütün mekanizmalar anlamsızlaşır ve ortadan kalkar. Sadece rekabet ortamında, girişimci davranışını gerçekleştirme olanağından yoksun olanları, kendisi için böyle bir gelir ya da özel mülkiyet garantisi sağlayamayanları, eşik üstüne çıkarmak amacıyla aşırı tüketimin (gelirin değil!) bir kısmı onlara aktarılabilir. Ancak bu bir ortalama, bir denge oluşturma anlamına asla gelemez. Örneğin, AKP’nin ‘sadaka politikası’ olarak bilinen aktarımları ve Doğu’da her Cuma kaymakamlıkların yaptığı nakit ödemeler bu cümledendir. Özetle toplum bireylere, hastalık, yaşlılık, kazalar, kısaca yaşama ilişkin hiçbir risk karşısında hiçbir güvence vermez. Neoliberal toplum politikası her durumda bireyin kendi risklerini kendisinin karşılamasını ister. “Toplum politikasının bireyleştirilmesi ve toplum politikası aracılığıyla bireyleştirmeyi içeren genel strateji budur. Bireyler için riskler karşısında toplumsal bir örtü sağlamayı değil, onları risklerle karşı karşıya bırakan ve kavgaya tutuşturan, toplumsal bir ekonomik alan yaratmayı içerir” (BB 143).

Neoliberal Toplum politikası, gelirin ve tüketimin toplumsallaştırılması gibi eski düzen politikalarının yerine özelleştirme mekanizmalarını ikame eder. Ekonomik büyüme ve sadece ekonomik büyüme bütün bireylere onların kendi güvencelerini oluşturmalarına izin verecek bir gelir düzeyine erişme, riskleri absorbe etmeleri için bireysel ve aile sermayesine erişme olanağını sağlamalıdır. “Foucault’nun neoliberal öğretinin merkezi olarak formüle ettiği gibi “sadece en temel ve tek bir toplum politikası vardır: ekonomik büyüme” Toplumsal adalet asla başarılı bir ekonomi politikasının amacı olamaz” (Oksala, 64). Kamusal sigorta ve kıdem tazminatı gibi güvence mekanizmalarının ortadan kaldırılarak bunların özelleştirilmesi (bireysel emeklilik pazarı vb.) düşüncesi ve bireyin risklere karşı kendini koruma işinin bireylerin üstüne yıkılması düşüncesi, son on yıldır Türkiye’de neoliberal politikaların alabildiğine pervasız bir biçimde uygulanmasının temel hedefleridir. “Bu bir eğilimdir, toplumsal politikayı özelleştirme eğilimi” (BB 144). Neoliberal ekonomi herkesin maksimum refahını gözetir, çünkü sadece ekonomik büyüme, herkese yüksek yaşam standartları verebilir ve böylece yaşamın en iyi bakımını sağlayabilir. Bu, tamamen biyopolitikanın yaşamı azamileştirme ilkesinin değişik araçlarla ekonomiye adaptesidir. Görüldüğü gibi neoliberal toplum politikası, bireylerin üretici ya da tüketici oldukları, değiş tokuş dolaşımının ortağı oldukları bir tüketim toplumu, bir piyasa toplumu inşa etme, yeni bir toplum yaratma vb. projesi değildir. Yukarıda sayılanlar toplumun tüm yüzeylerine ve tüm derinliklerine nüfuz etmesi gereken rekabet mekanizmalardır. Bu, toplumu meta etkisine tabi kılmayı aramamak fakat toplumu rekabet dinamiğine tabi kılmak demektir. “Bir süpermarket toplumu değil fakat bir girişimci toplumu. Aranan ekonomik insan, bir değiş tokuş insanı değil, yaratıcı ve girişimci insandır” (BB 147).

“Foucault, neoliberal politik bir topluluk anlayışının ardındaki ilkenin toplum sözleşmesini ters çevirmek olduğunu ileri sürer: toplumsal sözleşme isteyenlerin, yani virtüel olarak ya da aktüel olarak onunla toplumun parçası olarak biçimlenmeye katılmak isteyenlerin hepsi böyle bir zamanda kendilerini ondan koparıp ayırırlar. Ekonomik bir oyun olarak neoliberal toplum kavramlaştırmasında orijinal olarak sözleşmenin bir parçası olmakta ısrar eden kimse kalmaz” (J.Oksala, 2013: 65). Ve yurttaşlık çözülür. Yerini, bahsettiğimiz bu insan, bu ekonomik insan alır.

İnsan Sermayesi ve Ekonomik İnsan (Homo Economicus)

Hikâyenin bütününe bakıldığında biyopolitik teknikler ve yöntemlerin neoliberalizmin yükselişiyle birlikte dramatik olarak değiştiği ve piyasanın ekonomik rasyonalitesinin politik ve toplumsal alanı bütünüyle kuşatarak genişlediği görülür. Klasik liberalizmde bir yanıyla hukuk öznesi öte yanıyla meta mübadelesinin ayrılmaz bir parçası, ortağı olan üretici ve tüketici insan olarak bir ‘ekonomik insan’ vardı. Bu insan için rekabet, “bırakınız yapsınlar’cı dolaşım süreci içinde doğal olarak başvurulan bir kavramdı. Oysa neoliberal ekonomik insan kavramı, haklarla değil, çıkar, yatırım, girişim ve rekabetle tanımlanıyor. Artık o tüketici (ve tüketim doyumunun üreticisi) değil, bir girişimdir: “o hiçbir şekilde dolaşımın ortağı değildir. Ekonomik insan bir girişimcidir, bizzat girişimcidir. Kendi kendisinin sermayesi olduğu, kendisinin kendisi için üretici olduğu, kendisinin kendi kazançlarının kaynağı olduğu kendi girişimcisi olan ekonomik insan” (BB 226). Dolayısıyla kişinin yaşamı tüm ilişki ve hedefleriyle birlikte rekabet ilkesi temelinde şekillenir. Rekabet koşullarında kendisine yaptığı yatırımların geri dönüşü olarak elde edeceği kazanç, onun başkalarından daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayacaktır.

Rekabetin insan doğasının bir özelliği olup olmadığına dair antropolojik tartışmalar ne neoliberaller ne de Foucault açısından hiçbir önem taşımaz. Ne emek ne de çalışma insan doğasıyla açıklanmaz, tam tersine antropolojik olmayan bir açıklama aranır; “çalışma, bir çalışma antropolojisini içermeyen çalışma bakış açısından analiz edilir (BB 253). Dolayısıyla rekabet de insan doğasının bir özelliği değil, neoliberal politik ontolojinin verisi olan ‘kabul edilmiş bir gerçeklik’tir. Ekonomik düzenlemenin fiyat mekanizmalarıyla sağlanacağına dair liberal argümanın (kapitalizmin en eski hakikatinin), rekabetin biçimsel bir özelliği olduğunu belirten Foucault, ‘o zaman’ der, “neoliberal politikanın sorunu aslında kesinlikle rekabetin biçimsel yapısının iş göreceği somut ve gerçek bir uzam geliştirmekti. Dolayısıyla sorun ‘bırakınız yapsınlar’ olmadan, bir piyasa ekonomisi tarzı, yani devlet kontrolü olmadan fiili bir politika sorunudur” (BB 132). Böyle bir yönetimsel akla dayanan girişim ve rekabet mekanizmaları, bütün bireyler ve toplum için rekabetin işlemesinin teminatıdır. Rekabetçi girişim üzerine temellenmiş bir toplumda artık herkes, kendisi için, ailesi, yakınları için bir girişimci olmak zorundadır.

Şimdi, şu ana kadar bireyi neoliberal yönetimselliğin öznesi olarak üreten koşulları genel hatlarıyla ele aldık. Birinci sonuç; analiz antropolojik insan doğası açıklamaları yerine politik ontolojiyi (iktidar etkilerini) esas alır. İkinci sonuç; neoliberalizm sadece devleti, ekonomiyi değil, bireyleri, ‘özel bir yaşam tarzı’ içinde özneleştirir ve yönetir. Piyasanın rasyonalitesi böylece her yere genişler, toplumun bütünü çıkarcı ve atomik bireylerin maksimum kazançlar için yarıştıkları bir oyun alanı haline gelir. Bu genişleme, klasik liberalizmdeki gibi ihtiyaçlar ve fayda teorisinin sorunlu açıklamaları eşliğinde, değiş tokuş özgürlüğüne değil, rekabete odaklanmıştır. Üçüncü sonuç; Foucault’nun derslerde birçok kez vurguladığı gibi, ekonomik insan adındaki bu neoliberal özne, bir hak öznesine indirgenemez. Hukuk insanı, iktidar uygulamalarını hakların sahibi olarak sınırlayan bir insandır. Ekonomik insan ise bununla yetinmez, o yönetimin en temel yetersizliğinin farkında olarak, iktidarı ‘soyar’. Ekonomik insan, yönetimin, “ekonomik alanın bütünsel efendisi olma ehliyetsizliği açığa çıktığı ölçüde iktidarı soyar” (BB 292). Bununla örtük olarak kastedilen şey, Foucault’nun daha önce suç bahsinde belirttiği gibi (BB 258-60), eskiden hukukun suç saydığı birçok şeyin artık suç değil ekonomik bir yatırım sayıldığı (örneğin uyuşturucu ticareti yakalanmadığı sürece bir risk yatırımıdır ve kazancı makuldür) bir ortamda çıkar rasyonalitesi, iktidarın kendini sınırlamasına koşut olarak özgürleşir (ve toplum bir suç toplumuna dönüşür). Kısaca “Ekonomik insan kavramının ortaya çıkışı ister mutlakçı, ister değil, geleneksel hukuksal egemenlik kavramına meydan okuyan bir politika türünü temsil eder” (BB 292). Dördüncü sonuç; rekabetin özgürlüğü zorunlu kılmasıdır. Dolaysıyla neoliberal yönetimsellik özgürlük üretmek zorundadır (bu ayrıca neoliberal sermaye birikim tarzının da dayattığı bir zorunluluktur). Foucault’nun belirttiği gibi, bu, neoliberal yönetimselliğin özgürlüğü kabul ettiği anlamında gelmez, onun hakikat rejimi içinde özgürlük verili değildir, o ne saygı duyulması gereken ne de şu ya da bu alanda kısmi olsa bile hazır bir alan değildir. Neoliberal rejim sadece özgürlüğün sürekli olarak imal edilmesini ve canlandırılmasını öneren bir rejimdir (BB 65). Elbette her üretimin bir maliyeti olduğu gibi özgürlük üretiminin de bir maliyeti vardır ve o maliyet güvenliktir, dolayısıyla özgürlük üretimi her zaman güvenlik kısıtlamalarıyla ve engellemeleriyle birlikte üretilen bir özgürlüktür. Örneğin Gezi direnişiyle özgürlük ve demokrasi imajı yıkılan AKP, kısa bir süre sonra Demokrasi vb. paketler ihraç etmek zorunda kalıyorsa, bu onun demokratik değerlere ve özgürlüğe saygılı olduğunu değil, ‘başarılı yönetim’ imajını kotarmak (‘fayda’ya hizmet ettiğini kanıtlamak), daha da öte başarılı olmak (büyümeci hikayelere inandırıcılık kazandırmak) zorunda olduğunu kanıtlar. Ne kadar ‘paket’ açılırsa açılsın, neoliberal özgürlük üretiminin ekonomik insana sınırsız girişim özgürlüğü olarak yansırken, toplumsal güçlere sadece kısıtlamalar ve engellemeler biçiminde yansıdığını ve bunun bir özgürlük/güvenlik oyunu olduğunu belirtmeye gerek yok.

Şimdi, emek ve çalışma daha önce hem Marx’ta hem de klasik iktisatta, ekonomik alana özgü bir analiz nesnesidir. Marx için emek örneğin ‘insanın somut özü’dür. Neoliberalizmin, politik ontoloji zemininde sorgulanması bir yana, şimdi eğer ekonominin kapsamı üretimin fabrika ile sınırlı kapalı mekânından, ve tüketimin değiş tokuş ilişkilerinden öteye, tüm toplumsal mekana ve ilişkilere (her tür toplumsal ilişki bir vadede sonucu ‘kâr’ üretecek olan bir yatırımdır) dek genişlemişse, o zaman fabrika dışındaki bireysel ve toplumsal tüm varoluş biçimleri de, ekonomik analiz nesnesi haline gelmek, evlilik, çocuk yetiştirme, eğitim, sağlık, kültür her şey ekonomik olarak açıklanmak durumundadır. Bu kitlesel alandaki sermaye birikimi, neoliberal yönetim sanatı açısından insan sermayesi birikimidir. Bu kitlesel tanım içinde birey bir yetenek-makinesi; ücretler ya da gelir kişinin yeteneklerine yaptığı yatırımın geri dönüşü, bir başlangıç yatırımıyla kazanılan bir gelir; işçi bir insan sermayesi ve emek de ekonomik insanın her tür faaliyeti haline gelir. “İnsan sermayesi sadece çıkar olarak biçimlenir… az bulunur araçların alternatif kullanımı sayesinde biçimlenir… ve onun maliyeti ‘hiç’tir. Sahip olduğumuz beden için ödeme yapmak durumunda değiliz” (BB 227). İnsan sermayesi doğuştan gelen unsurlar ve edinilen unsurlar olmak üzere iki şekilde oluşur. Doğuştan gelen unsurlar için ‘yapabileceğimiz pek bir şey yok’, denir, ama yine de vardır. Eğer doğuştan gelen az bulunur unsur ‘iyi genetik düzenleme’ ise ve çocuk yapmak istiyorsan, iyi genetik düzenlemesi olan bir eş bulmak zorundasın. Bunun için de çok çalışmalı hem senin hem de bulacağın eşinin ‘iyi genetik düzenleme’sini riskler karşısında (örn, işsizlik, yoksulluk, kötü beslenme, kazalar, hastalıklar ya da toksinlere açık bir yaşam her yönüyle risktir) korumak için anlamlı bir insan sermayesine sahip olmalısın (BB 228). Edinilen unsurlar açısından az bulunur araçlar, yatırımlardır. Başlangıç yatırımları, eğitim, sağlık, hijyen ve Foucault’nun detaylıca üzerinde durduğu anne-çocuk ilişkisinde, annenin çocuk bakımına ayırdığı zaman bir yatırımdır. Onun iyi bir yetenek-makine haline gelmesi ve büyüdüğünde iyi bir gelire, maaşa erişmesi için gerekli duygusal yatırımdır (BB 230) vb. Fakat günümüz neoliberal insan sermayesi yatırımları bu başlangıç yatırımlarının çok ötesine genişlemiş ve çeşitlenmiştir. Diller ve simgeleri kullanma yeteneğine olan yatırımlar, herhangi bir bilgisayar programını öğreten kurstan en karmaşık tasarım ve yaratıcılık kurslarına kadar profesyonel yetenek geliştirme yatırımları; fitness’dan, plates’den, beden bakımı ve gelişimiyle ilgili her tür spordan bitki tıbbına, vitamin kullanımına, sürücü ehliyetine dek çeşitlenen yatırımlar, kısaca dişlerin beyazlığına, saçların bakımına ve bedensel diriliğin devamlılığını sağlayan her tür ‘self care’ unsurlarına kadar yapılan yatırımlar, hepsi insan sermayesi yatırımıdır. Kısaca bütün kültürel çevre, başkalarıyla ilişkiler ve yaşam tarzı, tamamen bir insan sermayesi yatırımıdır. Sonuç olarak tüm insan sermayesi yatırımlarının geliştirmek ve kullanıma sunmak durumunda olduğu, bir gelire, ya da statü ve ona bağlı kazançlara tahsis etmek durumunda olduğu, değer yaratan en temel yetenek ‘iletişim ve yaratıcılık” yeteneğidir. Girişimci insan: maksimum iletişim yetenek ve becerisine sahip yaratıcı bir yenetek-makinesidir. Bütün bunlar ekonomik davranışın, yeni bir bireysel davranış ve yaşayış tarzının benimsenmesine yol açan algılar, alışkanlıklar ve kavrayışlar sistemi olduğu anlamına gelir.

Burada, ekonomik insan sisteminin ekonomik olmayan alanlara bu denli genişlemesi temel bir sorun yaratır. Foucault sorar, böylesine genişlemiş bir sistemin uygulanabilirliğinin geçerliliği nedir? Ve yukarıda aktardığımız gibi, ekonomik insanı, “kendi kendisinin sermayesi olduğu, kendisinin kendisi için üretici olduğu, kendisinin kendi kazançlarının kaynağı olduğu” ölçüde bir girişimci olarak tanımlar. Foucault’ya göre birey ekonomik insan olduğu ölçüde yaşam çıkar temelinde biçimlenir. O zaman ekonomik insan, neoliberal yönetimin öznesi olduğu ölçüde, onun tarafından özneleştirildiği ölçüde kendisini iktidara bağlayan bir yönetilebilirlik koşulu haline gelir. “…ve böylece iktidar düzenlemesinin ilkesi sadece bu tür bir ekonomik insan olabilen birey üzerine uygulanmıştır. Ekonomik insan bireyin ve yönetimin ara yüzüdür. Fakat bu her bireyin, her öznenin ekonomik insan olduğu anlamına gelmez” (BB 253).

Bireyin ekonomik insan olmasının koşulu, onun ‘kabul edilmiş gerçekler’e itibar eden biri olmasıdır. Girişimci birey, ‘gerçeklik kabulü’ olan biridir. Yani “ekonomik insan kendi çıkarı peşinde koşan biridir ve çıkarı onu başkalarının çıkarıyla kendiliğinden kaynaştırır” (BB 271). “Ekonomik insan kesinlikle yönetilebilir biridir, o, yönetimselliğin ilişiği, irtibatı, haline gelmiştir. Bir ortak olarak ekonomik insandır” (BB 271). Hukuk insanı bir egemenin/kimliğin uyruğu olarak özneydi. Egemenlik, Hukuk ve uyruk özne/yurttaş gitmiş yerini neoliberal yönetimsellik almıştır. Fakat bu yönetimselliğin geçerliliğini ve başarısını doğrulayan piyasadır ve orada ekonominin bütünsel efendisi olan bir egemen yoktur. O zaman bu girişimci ekonomik özne, neyin ya da kimin uyruğudur? Bir anlamda hiçin ve hiç kimsenin. Fakat aynı anda şu söylenebilir, o sadece ‘yönetilebilirliğe sadakat’in uyruğudur. Kendi çıkarının başka çıkarlarla kendiliğinden kaynaştığına dair sezgi onu iktidara bağlayan, onu iktidarın ortağı kılan bir endekstir. Bu kaynaşma sezgisi bireye bir davranış ethosu kazandırır; işbirlikçi ve mutabakatçı bir ethos. Aslında ‘görünmez el’ tanımının klasik öncülü olan ‘bireysel çıkarın korunmasının ortak iyiye ve toplumsal istikrara yol açacağı’ kabulü yerini neoliberalizmde tam da bu ethosa bırakmıştır ya da daha çok bu ethosla tanımlanmalıdır. Günümüzde ‘görünmez el’, bu çıkarların kendiliğinden kaynaştığına dair sezginin ta kendisidir. Ve neoliberal yönetimselliğin çekirdek rasyosudur. Batılı akıl, bu yağma iştiyakının bizim islamik ve törel dispozitiflerimize nasıl kazınmış bir genetik bilgi olduğunu bizim kadar bilemez; kendi çıkarının başkalarının (bu başkaları her zaman güçlüler ve iktidardakilerdir) çıkarıyla kendiliğinden kaynaştığı sezgisi, aslında nasıl davranırsa kaynaşacağına (kendisini de facto koşullarla sınırlama, onlara uyarlama arzusuna) dair bir dispozitif, bir genetik bilgidir. Bu dispozitifin, cehalet miktarına göre kendisini de facto koşullara uyarlama/sınırlama arzusunu demokrasi ve bireysel haklar savunusuyla maskelemeyi beceren elitlerden, ‘g… kılı’ olduğunu, ya da lidere dokunmanın ibadet olduğunu ilan etme rezaletine dek giden sıradan vatandaşa kadar çeşitlilikte versiyonları vardır. Direniş, iktidarın buyruklarıyla ya da disiplinci mekanizmalar tarafından yasaklanmadan önce, polis tarafından saldırılmadan ve katledilmeden önce, bizzat bu insan türü tarafından, bu iktidar taşıyıcısı politik öznellik tarafından mümkün görülmeyen şeydir. Bu düzenin ‘değişmez’, ‘mümkün değil’, ‘alterantifsiz’ olduğunu durmadan tekrarlayan ağız, her şeyden önce, politik ya da ahlaki bağıtlarla tanımlanan hiçbir politik tahayyüle değil, sadece kendi çıkarının güçlünün çıkarıyla kendiliğinden kaynaştığı sezgisi temelinde ‘yönetilebilirliğe’ iman eden bir ağızdır. İktidar’a ve Allah’a sadakatın biçimi bu coğrafyada her zaman ‘yönetilebilirliğe’ sadakattir. Bu bir ‘iştiyak’tır ve neoliberalizm bu iştiyak üzerinden işler. Direnişin ilk ve en öncelikli engeli ekonomik insandır ve bu insanlar her yaştan, her cinsten sıradan bireylerdir. Her tür toplumsal yıkımın asli paydaşları olan özel bir insan türü, özel bir özne, özel bir akıl, sermaye egemenliğinin özel taşıyıcıları. Bu, neoliberal yönetim sanatının özelleştirme stratejisinin üstün başarısıdır. Ekonomik insan neoliberal yönetimin ve toplum politikasının endeksidir. Bu noktadan sonra “kamusal iyi, haklar, gibi şeyler açısından tartışmanın artık hiçbir anlamı kalmaz, bu kitlesel bir gayri-demokratikleşmedir (de-democratization)” (J.Read, 36). 21. yüzyıla girerken bütün payandaları çöken kapitalizm sadece bu insanla restore edilebilirdi, edilmektedir. Foucault’nun farklı bağlamlarda hep tekrarladığı gibi, neoliberalizm reddetmek ya da kabul etmekte özgür olduğumuz bir ideoloji değildir, o, yeni bir insan doğası yapımını bireylerin kendilik inşalarına monte eden bir yaşam tarzıdır, özel bir yönetim sanatıdır. Ve öznellik üretimi bu yüzden günümüzün ve her tür alternatif politik tahayyülün en temel sorunudur.

……

4 Ekim 2013

Notlar

  1. Neoliberallerin Yönetişim (Governance) kavramıyla, Foucault’nun önerdiği Yönetimsellik (Governmentality) kavramı arasında anlamsal bir benzerlik kurmak zorlama olur. TESEV’in yayınladığı, İyi Yönetişim El Kitabı’nda (2008), “temel ögeleri, tutarlılık (öngörülebilirlik), sorumluluk, hesap verebilirlik, adillik, saydamlık, katılımcılık (yerindenlik), etkinlik ve hukuka bağlılık” (s.15) olarak sıralanan yönetişim, paydaşların (stakeholder) ‘birlikte yönetimi’ demektir. Yönetim gücünü üstlenen bu paydaşlar ‘özel sektör temsilcileri, STK temsilcileri ve bürokrasi’ üçlüsü olarak ifade edilir. “Yani, yönetim sadece seçimler aracılığı ile seçilmiş bir kesim tarafından değil; STK’lar, odalar, meslek grupları, özel sektör kuruluşları, üniversiteler gibi çeşitli grupları da süreçlere dahil ederek gerçekleşmektedir.” (TESEV; 2008:17). Yönetişim anlayışının temel sorunu ‘yasaya bağlılığın’ bu yönetme edimi içine alınmış olmasıdır. Eğer ‘hukuksal egemenlik’ kabul edilseydi, yönetişim, yönetimin piyasayı düzenlemesini kabul etmek gibi -sermaye açısından bugün kabulü mümkün olmayan- bir yaptırım gücüyle karşı karşıya kalırdı ki, bu tanım gereği saçmadır. Bu nedenle yasaya bağlılık, yasanın düzeni karşısına faydanın düzenini çıkarmayı mümkün kılan tek faktörle, ‘bilgi paylaşımı, uzlaşımcı, müzakereci katılım’la dengelenmeye ve kamufle edilmeye çalışılmıştır. Oysa Foucault için bu olanaksızdır. Çünkü “yasa tanımı gereği bir adalet sistemine gönderir, düzen de bir yönetsel dizgeye, bir devletin özgül düzenine gönderir; … Bütün bu adamların düşlediği, yasa ile düzen arasındaki uzlaşma düş olarak kalacaktır bence” (Foucault; 1992:69). Dolayısıyla Foucault’nun yönetimsellik kavramı, böyle bir uzlaşmanın peşinde değil, tam tersine, neoliberal yönetimsellikte yasadan faydaya nasıl geçildiğini, bu yönetim mentalitesinin fayda, çıkar ve rekabet temelinde nasıl ‘düzen’ haline geldiğini anlatır. Bir yönetim sanatı, bir yönetimsel akıl olarak neoliberalizm, haklar ve yükümlülüklerden çok çıkarlar, arzular ve iştiyaklar üzerinden işler. TESEV’in tanımında neoliberal yönetişim, “sadece seçimler aracılığı ile seçilmiş bir kesim tarafından değil” (o zaman seçimlerin ne anlamı var?) şirket temsilcileri (sermaye iktiarı), STK temsilcileri (uzmanlar iktidarı) ve bürokrasi (tanımı gereği iktidarın bürokrasisi) tarafından yönetimin, rekabet ve çıkar mantığına göre örgütleniş ve işleyişini, idealize edilmiş bir demokrasi ve katılımcılık modeli olarak sunmak yoluyla sermayenin dolaysız egemenliğini, ya da alenen devletin şirket devlete dönüştüğünü (hukuk peçesiyle) gizlerken; Foucault’nun yönetimsellik kavramı -ki bu makale tümüyle bununla ilgilidir- en azından, neoliberalizm karşıtı olabilen bir alanı açığa çıkarmak gibi temel bir avantaja sahiptir. Kısaca yönetişim (Governance) teorisinin gizlediğini yönetimsellik (Governmentality) soykütüğü açığa çıkarır.

 

Kaynaklar

Crome, Keith (2009) ‘The Nihilistic Affirmation of Life: Biopower and Biopolitics in the Will To Knowledge’, Parrhesia. Number 6, pp. 46-61 www.parrhesiajournal.org

Foucault, M. (2008) The Birth of Biopolitics, Trans. Graham Burchel, Palgrave Macmillan, New York http://asounder.org/resources/foucault_biopolitics.pdf (metin içinde BB olarak gösterilmiştir)

Foucault,M. (1998) ‘A Preface of Transgression’ in, Essential Works of Foucault, Volume 2, Ed. Paul Rabinow, Trans. Robert Hurley, The New York Pres, New York

Foucault, M. (1986) Cinselliğin Tarihi, Çev.Hülya Tufan, Afa Yay. İst.

Foucault, M. (2004) Toplumu Savunmak Gerekir, Çev. Şehsuvar Aktaş, YKY, İst.

Foucault,M. (2000), ‘Hakikat ve Hukuksal Biçimler’, içinde, M. Foucault, Seçme Yazılar..3…, Çev. Işık Ergüden, Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İst.

Foucault, M. (2001), Ders Özetleri, çev. Selahattin Hilav. YKY. İst.

Foucault, M. (1992), Benin Yapımı, Çev. Levent Kavas, Ara Yayıncılık, İst.

Marks, K. (1975) Kapital I, Çev. Alaattin Bilgi, Sol yay. Ank.

Oksala, Johanna (2013) ‘Neoliberalism and Biopolitical Governmentality’ in, Foucault, Biopolitics, and Governmentality, ed. Jakob Nilsson & Sven-Olov Wallenstein, Södertörn University, Printed by E-print, Stockholm, pp. 53-72,

http://sh.diva-portal.org/smash/get/diva2:615362/FULLTEXT03.pdf

Rose, Nicolas (2008) The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power, and Subjectivity in the Twenty-First Century, http://tr.scribd.com/doc/146658762/26-pdfsam-Nikolas-Rose-the-Politics-of-Life-Itself-Biomedicine-Power And-Subjectivity-in-the-Twenty-First-Century-2008,

Read, Jason (2009) ‘A Genealogy of Homo-Economicus: Neoliberalism and the Production of Subjectivity’, Foucault Studies, No 6, pp. 25-36, http://rauli.cbs.dk/index.php/foucault-studies/article/viewFile/2465/2463%29

TESEV, (2008) İyi Yönetişim El Kitabı, http://www.tesev.org.tr/Upload/Publication/afd9b3bc-2a8e-47dd-8839-f42443d509c9/Iyi%20Yonetisim-Kaliteli%20Yasam_01.06.2008.pdf

Tocqueville A. (2004) Eski Rejim ve Devrim, Fransızcadan Çev. Turhan Ilgaz, İmge yay. Ank.

 


Leave a comment