Aydınlar ve Zulüm


  1. Aydınlar ve Şiddet

    – Aydınlar ve Gewalt

    – Aydınlar ve Zulüm

    – Aydınlar ve İntiharlar

    – Nesnel Şiddet ve Lümpenleşme

    – Sahnedeki İdeolojiler

  2. Aydınlar ve Rejim

– Küresel Ekonomi ve Türkiye

– İktidarın Lümpenleşmesi

– ‘Ortak’ın Gaspı

– Geçici Sonuç

  1. Aydınlar ve Şiddet

‘Doğa durumu’nun (status naturalis) baskısı altındaki Hobbes, Rousseau vb. hemen tüm sözleşme geleneği içinde, politikanın ‘öz’ü hem şiddettin mutlak yadsınması hem de şiddetin ‘meşru’ kullanımıyla özdeşleşmiştir. Bu şu demektir; politika şiddet dolayımı dışında tanımlanamaz. Eğer liberal demokratik devlet kendisini ‘insanlık’ ve ‘insan hakları’ modeli olarak sunuyor ve bunu ‘totalitarizm’ eleştirisiyle meşrulaştırıyorsa, o zaman bu daveti kabul ederek politikayı, ‘hak’ üzerinden değil şiddet üzerinden irdelemek, gerçek demokratik bir tartışmanın seçeneğidir. Batı demokrasilerinin modern devlet önerilerinin anlamı tam da şiddet sorununa önerdikleri “meşru çözüm” nedeniyledir: hukuk. Fakat öte yandan ‘idealler’ de kendilerini (hem inşa hem karşıtını yadsıma biçimleriyle) ‘şiddet’ içinde bulurlar. Ya da kendini şiddet uğrağı ile dolayımlamak zorunda kalmayan bir ‘ideal’ yoktur. Küresel talanın zulmü altında mali ve idari egemenliğini hızla kaybeden Türkiye bugün Balibar’ın adlandırmasıyla üç büyük idealin: “Tanrı, Ulus, Pazar” ölümüne verdikleri bir savaş meydanıdır.

Politikanın aslında her zaman bir ‘öteki sahne’de cereyan ettiğini saptayan Balibar, konuyu tartışırken1 günümüze dair önemli bir ayrıma dikkati çeker. Bizim zamanımız der, “entelektüellere” işaret eder. Şöyle diyebiliriz, iktidar ve şiddet ikilemini yapılandıran tarihi zaman, 19. ve 20. yüzyılda “orduların zamanı”ydı, günümüz ise “aydınların zamanı”nı yaşıyor. Yani küreselleşme çağında yerel, aynen Antik Grek site devletinin, şiddeti (savaş biçimiyle) kentin sınırları dışına sürmüş olmasındaki gibi, şiddet ekonomisini yerelin dışına, ABD ve NATO güçlerinin dünya ölçeğindeki küresel yönetimine terk etmiş ve salt görünür olanı veri alarak, hukukun meşru şiddetine dayalı bir iktidar düzenlemesi olarak görülmektedir. Artık düzenli orduların birbiriyle kapıştığı kitlesel büyük ‘savaşlar’ çağı bitmiştir. Bölgesel ve yerel (din ve kimlik temelli) küçük çatışmaları küresel şiddet ekonomisi ‘yönetmekte’dir. Bu, küresel yönetişimin, “sürekli kriz yönetimi” olarak en temel tanımıdır. “Bir politik teori olarak liberalizm, liberal-demokratik devlet uygulamalarının meşru şiddet tekelini ya da bizzat bireyin kendini savunma sınırlarını aşan bütün şiddet biçimlerini inkâra yeminlidir.”2 Bunun ulus devletin şiddet tekelini yitirdiği bir çağda yaşamakta olduğumuz gerçeğine işaret etmesi (ki bu TSK’ya karşı yürütülen ‘operasyonun’ arkasında yatan temel nedendir, çağımızda ‘şiddet tekeli, ancak küresel gücün olabilir, hiçbir yerel ya da bölgesel güç -denizde, havada ve karada- şiddet tekeli kuramaz, kurarsa parçalanmalıdır. Taraf’a verilen görevin gündemi bir yanıyla budur) bir yana, şiddetin yerini kentin dışına süren Antik sitedeki aydınların konumunun yeniden üretildiğine işaret eder. Bu şiddetin ikili konumu aynı zamanda ordulardan aydınlara geçişin mantığını verir: bir zor olarak fiziksel şiddet ve bir zulüm olarak simgesel şiddet. Bu ikincisinin tele-görsellik ve görünürlük biçimleri tarafından büyük ölçüde görülemeyişi nedeniyle, öyle çıplak bir olgu gibi basitçe idrak edilebileceğinden söz etmek, ya da teorik izahının çok netlikle yapılabileceğini söylemek zordur. Ancak Türkiye özellikle Ergenekon’dan bu yana bu duygulanıma fazlasıyla tanık oldu, dolayısıyla aşinadır. Antik site’de çıplak şiddet dışarı atılınca, içerdeki şiddet, söylemin ya da simgeselin (görünüşün) şiddeti biçimindeydi ve ancak idealler üzerinden tetiklenen bir eleştiri -diakritik- algısında temelleniyordu. Bugün Türkiye’de medya ortamında yapılan çok gürültülü tartışmalarla tanık olduğumuz ve tetikleyici aktörü ‘Taraf gazetesi’ olan bu ‘eleştiri’, Kant mahreçli (aklın sınırları ile ilgili) modern ‘eleştiri’ değildir. Tersine tam da antik Atina’daki sofistlerin ve retorikçilerin yaptığı şekilde ‘diakritik’ model içinde (yani sıfatlar ve eklerle işleyen) sadece mahkûmiyetler çıkarıp, yaftalar üreterek sınırlar çizen, ayrımlar yapan eleştiridir. Gürültünün görünür olmasını, haklılığı inşanın temeline koyan bu curcuna içinde aydınlar, demokrasiyi yönetimle özdeşleyerek hararetle tartışmaktadırlar. Tam da Antik Atina’da, kölelerin varlığını saymaksızın, retorikçiler tarafından ‘aydınlatılmış’, ‘öğrenmiş bedenler’ olarak ‘özgür yurttaşlar’ın tartışmaları gibi. Arkası yarında yarın hangi darbe planı olacak acaba? Taraf’a yakın olan birilerine sormalı… Bugün bu tartışarak ‘demokratikleşme’ algısını demokrasi saymanın, mutabakatçı solcular ve mutabakatçı liberaller özelinde tekraren ve aynen yaşanmakta olduğunu söylüyorum. Oysa bir de Balibar’dan mülhem: aydınların eylemlerinin asli belirleyicilerinin medyatik tele-görsellik biçimleri içinde görünmez bir hal aldığı ‘Öteki Sahne’ var. Bu sahne fikirler/idealler ve söylemlerle yapılaşmış ‘görünüş’ sahnesinden uzaklaşarak, yaşanan olayların yönünü belirleme kapasitesini tanımlamayı gerektirir. Bu tanımlama, ya da ‘tanıma’ elbette ille de tarihe geri dönerek ya da dersler çıkararak değil, tam da tümüyle toplumsal olanın maddiliğine sahip imgesel süreçler tarafından belirlenmiş bir görünüş, bir simülasyonlar sahnesini tersine çevirmekle mümkün olabilir. Burada yapmaya çalışacağım da budur.

 

Şimdi biraz geriden başlamak durumundayız. Modern dönemin özgülükleri gerek şiddet biçimlerinin farklılaşması gerekse aydınların yasaklamayı ihlale ayartılmışlıkları bakımından daha farklıdır. “Tipik olarak modernitede yaygınlaşan, şiddetin kavramsal değişiminde …şiddet psikolojik, simgesel, yapısal, epistemik, hermeneutik ve estetik şiddet olarak kaygan kategorileri kapsar. …Althusser Devletin İdeolojik Aygıtları formülasyonuyla liberal devletin sadece militarizm ya da politika ile değil aynı zamanda aile, okul, din aracılığıyla uyguladığı simgesel şiddet kategorisini tanımladı. …Foucault disiplin toplumu analizlerinde devlet kaynaklı kurumsal şiddet biçimleri üzerinde yoğunlaştı.” (B.Hannsen, 160).

Balibar “aydınların zamanı”na, Karl Popper örneğinden hareketle, aydının genelde şiddet karşıtlığı, yasağı ihlal eden, ihlale ayartılmışlığı üzerinden vurgu yapar. “Popper asla basit bir muhafazakârlık yanlısı olmadı, zira o bu dünya üzerinde daha fazla değişime ihtiyaç duyulduğunun farkındaydı; o reformist bir politika adına konuştu ve ‘toplumsal mühendislik’ dediği şeyi savundu” (POS, 131). Balibar, Popper’in Nazi deneyi ve sonuçlarına dair öngörüleriyle yüklü temel problemi “yok ediciler nasıl yok edilir?” sorununda özetlendiğini belirterek, Popper’in toplum mühendisliği olarak şiddet karşıtlığının vardığı yeri şöyle betimliyor: “Bu nokta, Popper’ın, olasılıkla, beşeri bir kişinin, iletişimin, yasanın idealitesini bir mutlak olarak ve şiddete bir çare olarak koyan biri gibi, yani, şiddetle, onun değillemelerini -çeşitli karşı-şiddet figürleri olarak yasa, adalet, sevgi, saygıyı- idealleştirmekle mücadele edilebileceğini düşünen biri olarak, kendisinin kabul edeceğinden çok daha fazla Platoncu olduğunu önermenin uğrağıdır.”(POS, 132)

Modern aydının ‘karşı şiddet’ sorunu, modernliğin hep ‘uygarlaştıracağı’ ya da ‘kurtaracağı’ ya da ‘demokratikleştireceği’ birileri olduğu metafizik varsayımına dayalı iktidar/şiddet sarmalını sürekli kılan bir döngüyü tekrarlar. Yani sonuçta sonsuza dek yinelenen bir şiddet olarak modernite mantığına boyun eğer, ona içkindir. Örneğin, W. Benjamin’in ünlü ‘şiddet eleştirisi’ makalesinin –ki hakkında sayısız yorumlar yapılmıştır- yazgısı da büyük ölçüde bu döngünün kaçınılmazlığıyla ilgilidir. Haklı/adil amaçlar için meşru araç olarak şiddet konusu, ‘karşı şiddet’ problematiği (amacın kirlenmesi sorunları) dâhil, Benjamin’in çözmekten umudunu kestiği ve kendisini için için kemiren bir jeste dönüştüğü uğraktır. Benjamin’in makalesini uzun uzadıya irdeleyen Hannsen, onun bir yandan liberalizm karşıtı proleter şiddeti onaylarken, bir yandan da liberalizmin mirasını koruduğunu söyler. Meşru şiddeti, sadece mitik bir amaç olarak messianik (ilahiyatçı) bir kurtuluş inancında temellendiren Benjamin, araç olarak şiddetin meşruluğunu politikayla düşünmekte zorlanır. Bu messianik kurtuluş inancı, tüm bir modernitenin alın yazısızı, anlamı ve tanımına içkindir. Dolayısıyla tüm modern iktidar biçimleri -liberal demokrasi, yurttaşcıl cumhuriyet veya sosyalist devlet- hepsi de idealler (amaçlar) ve ona uygun meşru araçlar döngüsü içinde şiddet sorunuyla boğuşmaya yazgılı olmuşlardır. W. Benjamin özelinde de “Adil amaçlara meşru araçlarla ulaşılması mecburiyeti fakat öte yandan başka meşru araçlar için adil amaçların kullanılması gereği her ikisi de yasal gelenek içinde antinomik bir ilişki içinde kilitlenmiş olarak kaldı. …Yine de tümüyle bir araç olarak şiddet, en istenir durumda bile, bizzat hukukun problematik doğası içine sokulmuştur (Benjamin, Critique of Violence, 287)” (B. Hannsen. S.166). H. Arendt de bu ikilemden politikayı kurtarmaya ve şiddeti politikanın dışına taşımaya özen göstererek çıkmaya çalışmış, fakat bu kez de kendi ‘iletişimsel eylem’ teorisinin koruması altında olsa bile kendini tüm karşı-şiddet biçimlerini reddetme noktasında bulmuştur. Onun bu pozisyonunun ikircikli yapısı özellikle Marcuse’cu 68 eylemleri karşısında somutlanmıştı. (B. Hannsen)

Şiddeti ahlak ve yasa tekeliyle düşünen Kantçı araç-amaç ikileminden, bizzat araç-amaç ilişkisini tümüyle imha ederek çıkışı sağlayan M. Foucault oldu. Foucault, bunu özellikle modern disiplin toplumu analizleri etrafında gücün merkezi bir iktidarda toplandığı yanılsamasını kırmakla gösterdi. Başka deyişle iktidarın yerini değiştirmekle. Esas olarak ‘Cinselliğin Tarihi’nin ilk cildinde, devlet aygıtına bir iktidar meşruiyeti veren, (ve iktidar mücadelesini bu aygıtı ele geçirmekle tanımlayan), Messianik/kurtuluşçu modern politik modeli reddetti.3 Bunun yerine devlet şiddetinin hâkim olduğu iktidar mekanizmaları ya da iktidar mikro fizikleri olarak iktidarın çokluğunu ve heryerdeliğini koydu. Kurumsal şiddeti kurumları iktidar ilişkileriyle düşünmenin değil, iktidar ilişkilerini kurumlarla düşünmenin bir sonucu olarak ortaya koydu. Böylece iktidarı ve şiddeti, hukuksal, politik, eğitim, ceza vb. kurumlarla uygulayan mutlak bir merkeze boyun eğdirme ve tahakküm (disiplin) sistemi yerine iktidar/güç ilişkilerinin çokluğu temalarını ileri sürdü. Yani, tüm modern politika ve devlet teori ve uygulamalarının sabit fikri olan iktidarın ve gücün merkezi olarak devlet anlayışından iktidarın merkezsizliği ve mikro fizikler üzerinden kendini üreten iktidar ilişkileri tezini ileri sürdü. Şimdi, izninizle, Foucault’nun iktidar/güç ilişkileri çokluğunun hem ‘savaş’ biçiminde, hem de ‘politika’ biçiminde şifrelendiğini, bugünlerde yaşanmakta olan çarpıcı bir örnek olayla irdelemek istiyorum.

Aydınlar ve Gewalt

Erzincan başsavcısı İlhan Cihaner, İsmail ağa, Gülen ve Menzil cemaatlerinin soruşturmasını yapıyor. Başsavcı bu soruşturmayı 2007’de başlatıyor ve birkaç tarikatçı da ağır hapis cezası istemleriyle tutuklanıyor. Soruşturmanın Gülen cemaatini de içine alacak şekilde 20 ile kadar genişlemesinden Cemaat’in ne kadar rahatsız olduğunu ve AKP heyetiyle kurduğu ilişkilerin telefon kayıtlarını internette www.t24.com.tr adresinden okuduk. Ardından Erzurum özel yetkili savcı vekili davayı Erzincan’dan kendilerine devretmesini istiyor. Başsavcı bu irticai örgüt suçudur sizin yetki sahanız dışında diyor. Bunun üzerine Osman Şanal’a imzasız bir ihbar mektubu geliyor ve İsmail ağa cemaatinin silahlı örgüt olduğunu söylüyor. Osman Şanal bu ‘hayırsever vatandaş’ın ihbarını esas alarak, Erzincan’dan davayı, ‘bu silahlı örgüt suçudur bizim alanımıza girer’ deyip tekrar istiyor. Başsavcıya AKP heyetinden de telefonlar geliyor, Adalet bakanlığı müfettişlerinden de sözlü nasihat (tehdit) geliyor ve başsavcı, Gülen dosyasını ayırarak İsmail ağa dosyasını Osman Şanal’a devrediyor. Dosyanın devrinden sonra müebbet hapisle suçlanan tarikat mensupları kısa zamanda serbest bırakılıyor. Ardından Osman Şanal başsavcının Erzincan adliye binasındaki ofisinde, lojmanında, vs. arama yapıyor ve bütün gece başsavcıyı sorguluyor. Kısaca başsavcıyı (Ergenekon savcılarının henüz ne olduğunu belirlemedikleri) irtica eylem planını uygulamaya koymakla suçlama anlamına gelen sorular soruyor. Vesaire tutukluyor. İlhan Cihaner 2007’de başlatmakla suçlandığı ‘irtica eylem planı’nı 2009’da yazmakla itham edilen ‘Dursun Çiçek’ dışarıda iken, içeri alınıyor. Burada hukuku çok aşan ve ancak imgesel süreçlerin saikleri belirlenmeden de adlandırılamayan bir veçhenin varlığına işaret etmekle yetinelim. Tutuklamanın ertesi günü HSYK toplanıyor, Osman Şanal ve ekibinin yetkilerini kaldırıyor. Başsavcının avukatları Erzurum’da, başsavcıyı tutuklayan tek kişilik hâkimler heyetine! tutukluluğa itiraz ediyor, itirazı reddediliyor. Aynı gün HSYK tekrar toplanıp Osman Şanal’ın yerine başka birini atamak istiyor, Adalet bakanlığı müsteşarı gelmiyor ve toplantı ertesi güne kalıyor. O bir günlük süre içinde HSYK’nın kararı Erzurum’a tebliğ edilmiyor (daha doğrusu mesai saati bitimine dakikalar kala tebliğ ediliyor ve böylece Osman Şanal’a yarım gün ve bir gece -20 saat- zaman kazandırılmış oluyor.). Ertesi gün HSYK toplanıyor yeni atamalarını yapıyor. O gün yeni savcıların atamaları da Erzurum’a tebliğ ediliyor. Fakat Osman Şanal o tebliğin gecikmesiyle kazandığı bir günlük süre içinde, başsavcının avukatlarının iki kez itiraz etmelerine rağmen, yetkisi devam ediyormuş gibi, başsavcının dosyasını Ergenekon davasıyla birleştirerek İstanbul Ergenekon savcılarına gönderiyor. Bu savcının, yetkilerinin kaldırıldığını tüm televizyonlar bangır bangır bağırırken ve başsavcının avukatlarının itiraz dilekçesinde yetkisinin kaldırıldığı açıkça belirtilmiş iken, dava dosyalarını İstanbul Ergenekon savcılarına gönderme cesaretini bulmasını, başsavcının avukatı Turgut Kazan şöyle tanımlanıyor: “Bu savcılık değil, militanlıktır. Ve açıkça ‘dosya kaçırma’ suçuna istinaden ‘görevi suistimal’le hakkında soruşturma açılması ya da yetkisiz işlem yaptığı için yaptığı eylemin battal olması gerekir” diyor. Oysa hem Erzurum başsavcılığı hem de İstanbul Ergenekon savcıları sanki her şey normalmiş gibi işlerine devam ediyor. Böylece İlhan Cihaner’in tutukluluk hali itiraz olsa bile bundan sonra süreç İstanbul’da süreceği için, belirsiz bir zamana kendiliğinden uzamış oluyor.

Şimdi bu işleyişte hukuk (yani yasanın şiddeti) uygulanmış mıdır? Evet, yani herkes yaptığı işi yasanın şu ya da bu maddesine göre yaptığını söylüyor. Buna rağmen muazzam bir tartışma da sürüyor. Benim dikkat çekmek istediğim nokta şu, Osman Şanal’ın fiillerinde hukuku uygulamanın ötesine geçen, hukukun sınırını aşan bir ‘fazla’ vardır. Nedir o ‘fazla’? Osman Şanal, kurucu ideolojinin hukukunu değil onun istisnası olan Ergenekon hukukunuuygulamıştır. Buna rağmen -istisna hukuku içinde bile- Osman Şanal, yetkisi alındığını bile bile davayı Erzurum’da kendi yerine yeni atanan özel yetkili savcılara (istisna hukukuna) teslim etme yolunu değil, İstanbul Ergenekon savcılarına göndermeyi tercih ederek, istisna hukukunun da sınırlarını aşan bir eylemde bulunmuş ve fazladan bir şey yapmıştır. Bu fazla, sadece Osman Şanal’ın bireysel seçimi olabileceği gibi (o zaman, Freudçü bastırılanın geri gelişi olan “öteki sahne”nin psikanalitik yorumundan S. Zizek’in ‘Enjoy!’spotuyla anlattığı ‘zevkin metastası’na dek yorumlara gidilebilir), bir savaşın ve bir politikanın (o gece toplantı yapan başbakan, adalet bakanı, B.Arınç ve C. Çiçek tarafından) şifrelenmiş gücü de olabilir. Öylesine şifrelenmiş ki, o gecenin sabahında saat 05:45’de adalet bakanının basın açıklamasıyla HSYK kararına veryansın ettiği an ve saatlerde dosya zaten Erzurum’dan ayrılmış olmalıdır. Her halükârda olayın veçhesi yürütme ve yargı arasında bir savaş biçimine bürünüyor. Hukuk, devlet aygıtının, iktidarın şiddetidir (violence), burada hiçbir sorun yok. Sorun yok çünkü hukuk, devletin/iktidarın hem silah hem de şiddet tekeli olarak şiddeti kendinde toplamakla toplumu şiddetten arındıracağı varsayımı üzerine kuruludur. Bu şiddet tekeli yasa yoluyla, yazılı şiddet yani yasa gücüyle ve yasayı uygulama hakkıyla uygulanır. Fakat Osman Şanal’ın uygulaması hem devletin/iktidarın, yani yasanın şiddetidir hem de onun fazlasıdır. O fazlaya, E. Balibar, yasanın değil “iktidarın şiddeti” (Gewalt) diyor. Almanca Gewalt çevrilemiyor. Çünkü ifade etmeye çalıştığım gibi iktidarı hukuk (yasanın şiddeti) olarak okuyabiliriz, bu görünürdür, başbakan sık sık ‘tüm kurumlar gibi bizim de yerimiz ve görevimiz yasayla tanımlanmıştır’ diyor, burada sorun yok. Sorun yok ama bir ‘fazla’ var. Dolayısıyla ‘fazla’ ile işaret ettiğimiz iktidarın şiddetini (gewalt) öyle kolayca ne kanıtlayabilir ne de teorize edebiliriz. Müsteşarın HSYK toplantısına aynı gün değil ertesi gün gelmesinin veya akşamki başbakanın toplantısının, başsavcı İlhan Cihaner’in İstanbul’a, Ergenekon’a sevkini şifrelediğini kanıtlayamayız. Ve dönüp kamuoyuna “tarikatlara dokunanın akıbeti” türünden tamamen bilinçaltına yatırım yapan ve tele-görselliğin yakalaması imkânsız bir mesaj verdiğini de kanıtlayamayız. Fakat bu mesajın topluma verilmiş olduğu açıkça hissedilen bir olgudur (sensible factum). Öyleyse Osman Şanal’ın taşıyıcılığını yaptığı, kendi üzerinden geçirerek taşıdığı şey, bir politikanın şifrelenmiş gücüdür. Ve bu örnek olay iktidarın nasıl bireyler, kurumlar vb. çoklu mikro fizikler üzerinden ve aracılığıyla taşındığı, üretildiği ve yeniden üretildiğini çok net olarak göstermektedir. Göstermektedir fakat… Bu fazlayı (Başbakan’ın onlarca konuşmasında ve İstanbul özel yetkili savcıların neredeyse bütün gözaltı eylemlerinde rahatlıkla gözlenebilen) gewalt’ı hala Foucault’nun iktidar ilişkileri ya da iktidar ve şiddet kavramlarıyla düşünebilir miyiz? Hayır, çünkü çok açık olarak yasanın şiddetinin fazlası olan, onun sınırını aşan bir şiddet biçiminden söz ediyoruz. Osman Şanal örneğinde, iktidarın, yani yasanın şiddetinin aşıldığı, (politikanın sınırı, -yazılı ya da sözlü- yasanın şiddetiyle çizilir ve bu karşı-şiddet biçimleri için de geçerlidir, fakat eğer yasanın şiddetinin sınırı aşılırsa, politikanın da sınırı aşılmış olur) bir durum var. ‘Fazla’ dediğimiz şey bu. Ve bu iktidarın şiddetiyle değil ‘idealin şiddetiyle’ ilgili bir sorundur ve Foucault’nun iktidar analizi bu fenomenolojik sorunla uğraşmıyor, -ya da daha çok bireyi öznelleştiren iktidar ilişkileri ile uğraşıyor-. (Aşağıda bu sorunu Balibar’ı izleyerek tekrar düşüneceğiz). Fakat yine de bu ‘fazla’ hakkında denebilir ki, burada gewalt, iktidarını yasanın şiddetiyle, iktidarının şiddetini ise idealinin şiddetiyle meşrulaştıran, simgesel bir şiddet olarak şiddettir (ki idealiyle meşrulaşan bu simgesel şiddet, bilinçdışı süreçlerde idealinin kurumlarını yaratma meşruiyetini de üretir). Türkiye’de, ideali, iktidarı meşru kılan kurucu ideolojinin ideallerinden farklı, ona hasım bir politik heyet ilk kez iktidar olduğu için, yasanın şiddetiyle, idealin şiddetinin içsel ilişkisini rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. (Bu, ideali kurucu ideoloji olan daha önceki iktidarlar için böyle bir simgesel şiddet sorununun olmadığı anlamına gelmez, ‘açıklıkla gözlenemiyordu’ anlamına gelir.) Bugün biz, şiddetini misillemeci bir tarzda ortaya koyduğu için, iktidarın/politikanın, sınırlarını zulüm üzerinden şifreleyen ayrıcalıklı bir yer haline gelmesi tehlikesiyle karşı karşıyayız. AKP milletvekillerinin tarikat şeyhleri ile görüşmelerinde kullandıkları ‘biat dili’nde (bkz. www.t24.com.tr’deki telefon kayıtları), ya da örneğin, B. Arınç’ın Manisa’da İsmail Ağa’nın elini öpmeye davranma eylemi gibi -kalabalık nedeniyle eylemin tümü görünmediyse de- referans bildiren jestlerde, ya da AKP milletvekili Avni Doğan’ın, “Onlar kırk yıldır bizi fişlemişler biz de şimdi onları fişliyoruz. Olan budur. Bize on yıl daha lazım. Eğer şimdi tökezlersek Ergenekoncular kötü intikam alırlar… (dha), Radikal 20/02/10)” Veya Çorum milletvekili A. Aydoğmuş’un ‘bize karşı olan kanı bozukları tahlile göndermeli (Habertürk 23 Şubat 2010)” vb. türünden açık beyanlarda olduğu gibi bu misillemeci idealin şiddeti, bugün açıkça yasanın şiddetinin ardına saklanmış durumdadır. İngiliz derbanı şeyhülislam Sabri Efendinin hayaleti bu şiddetin mahsulü imgesel süreçlerin (zevklû hayâlâtın -Enjoy! -) uhrevi kanatlarıdır, hiç kuşkusuz. Bu kanatların hukuk devletine sığmadığı ortada. Aşağıda değinme fırsatımız olacak, bereket versin küreselleşmenin ‘tüzel/hukuksal feodalizm’ modeli AKP heyeti için bir cankurtaran olarak yedekte beklemektedir. Adalet duygusunun kaybı, yasanın tatbikinden doğmaz, fakat sadece iktidarın şiddetinden (gewalt) doğar. Bunun çok çıplak örneğine Balyoz tutuklamalarında tekrar rastladık. Savcılık davetiyle geleceği kesin olan (daha önce geldiler), geldiğinde aynı gün ifadesini alıp adliyeye sevki de mümkün olan –ki mevcut hukuk bunu düzenliyor- bir usul varken kullanılmadı. Özel yetkili savcı beyler bununla yetinmediler, sabahın köründe polis baskınıyla insanları apar topar evlerinden topladılar, emniyete adeta tıktılar –her anı tele-görsel, naklen yayın-. İfade için tam dört gün bekletiyorlar. Bu dört gün boyunca basında yaygara sürüyor, iddianame propagandasına dayalı mahkûmiyetler çıkartılıyor ve anılan kişiler daha ifadesi alınmadan toplumun bilinçaltına suçlu olarak gömülüyor (gerçek suçu arayan yok, bütün olay bu görünüşün sahnesini yaratmaya endeksli). Tüm Ergenekon süreci, iddianame propagandasıyla işleyen bir tarihsel bellek oluşturma faşizmidir. O bellek daha sonra seçim sathında AKP’nin hizmetine (bunlar camilere bombalayacaklardı! …) koşulacak bir bellektir. Sonuçta Genel Kurmay’ın tüm rahatsızlığının esas olarak bu ‘muamele’ olduğu ortaya çıkıyor. Nedir o ‘muamele’? Yukarıda ‘fazla’ dediğimiz şey, yasanın şiddeti (hukuk) değil, iktidarın şiddeti (gewalt). Tanrı ve Pazar idealleri dışında bir ideali paylaşanlar açısından sürecin (psikolojik travmadan intihara kadar giden çeşitli düzeylerde) acı verici, incitici olmasının nedeni, yasanın şiddetinin değil, idealle (tanrıyla) meşrulaşmış iktidarın şiddetinin doğrudan o idealin tarihsel arka planına bağlı bir ‘düşmanlığı idealleştirme’ biçimini toplumsal bilinçaltına işlemesidir. Acı bu yüzdendir, idealinin aşağılanmaya uğramasından doğan bir acı (gewalt). Bu, kişinin şahsına yöneldiğinde güç bela da olsa tevil edilebilir olsa bile, idealine yöneldiğinde, asla tevil edilebilir olmayan, sadece çaresizlikle deneyimlenen insanlık dışı bir şiddettir. Zamanla bir tek sonucu olur, adalet duygusu kaybolur ve ilgisizliğin kendini korumaya dönüştüğü kitlesel lümpenlik, bir yaşam biçimine dönüşür. Gewalt’ın bu boyutu, insanları demokrasiye falan değil, ‘Küresel pazarın tüketici bireyi ve nüfus’ ikilemine indirgenmiş ‘toplama kampları’ (küresel kent) rejimi içinde depolar. İktidarın şiddeti -gewalt-, tele-görsel postmodern hayatın ‘görme’ yeteneği dışında kalan ve AKP iktidarının tarihsel tanımını verecek olan en temel olgudur. Mutabakatçı solcular ve liberaller bugün totalitarizm ve darbe eleştirisi kisvesi altında (post festum) lanetledikleri, fiilen bugün sırtlarını sıvazlayan devletin hatırasıyla mücadele ederken (zamanında fiilen o mücadeleyi verenleri istismar ederek üstelik), kendilerinin de paylaştıkları AKP iktidarının şiddetini üretmektedirler.

Balibar’ın Foucault’ya yönelttiği itiraz ya da aslında bir tür katkı, evet şunun ya da bunun elinde bir ‘tekel’ olarak, bir merkez olarak değil fakat çeşitli karmaşık, çoklu ve yerleşik olmayan- merkezlere sahip bir iktidarın var olduğu şeklinde özetlenebilir. Ya da başka deyişle Balibar, iktidarın çokluğundan, “her özgül (spesifik) ilişki için bir iktidarın var olduğuna” işaret eder. Nihayet, şu tespiti ileri sürer: “iktidar bütün olamaz; -karşıtını, düşmanını, karşı-iktidarı, yani, sistem karşıtı hareketler, devrim, ayaklanma, vb. dâhil etsek bile o aslında, özünde bütün-olmayan yani eksik olandır (pas-tout).” İktidarın (Gewalt, ya da Tin, ya da Tahakküm) diyalektiğinin bu yetersizliği ile başa çıkmak için üçüncü bir terime ihtiyacımız olduğunu ileri sürer ve şu soruyu sorar, “Kuvvet ve şiddet, ya da iktidar ve şiddet gibi basit antitezlerin terimleriyle düşünemeyiz. Bu üçüncü terim ne olmalı?” (POS 136). Bu üçüncü terimi ‘zulüm’ olarak önerir ve şiddet fenomenolojisinin: “(Gewalt terimi ile ifade edilen) iktidar ve şiddet arasındaki içsel ilişki ve başka bir şey olan, zulüm ve şiddet arasındaki içsel ilişkiyle uğraşmak zorunda olduğunu” (POS 137) belirtir. İktidar ve şiddet arasındaki içsel ilişkiyi Osman Şanal örneği özelinde, ya da Ergenekon gözaltılarında yasanın değil idealle meşrulaşan iktidarın şiddeti olarak bir ölçüde betimledik. Bir ölçüde çünkü ülkemiz, her özgül ilişkide var olan, iktidarın işleyişiyle açığa çıkan ve iktidarın hukukunu aşan idealin şiddetiyle meşrulaşmış simgesel şiddeti, en maddi biçimleriyle yaşamış, yaşayan bir politika ve parti gelenekleri cennetidir. İdealin şiddetinin bir başka versiyonu örneğin parti içi demokrasi sorununda yaşanır. Parti üyesi, üyesi olmakla paylaştığı ideale karşı çıkmadığı sürece, o idealin şiddetiyle meşrulaşmış o parti yönetiminin iktidarının şiddetini (gewalt) eleştiremez. Bu yüzden eleştirisini zorunlu olarak başka bir partinin içinden yapabilir fakat kendi partisinin içinden asla, bu da şu meşhur ‘döneklik’ sorununa yol açar, vesaire. Parti dışına çıkmadan eleştiri olanağının sanki imkânı varmış gibi. Özellikle de karşı-iktidar ve karşı şiddet yapılanmalarında idealin iktidar şiddetinin tezahürleriyle öylesine karşılaştık ki, birey denen varlığın, ideal karşısında kötürümleşmesinden başka bir yere gidemedik. Ve kaçınılmaz paradoksal soru: şiddetten kurtulmanın idealsiz kalmak dışında bir yolu yok mu? Bu konuya girmeyelim ancak Balibar’ın çağrısını tekrarlayalım yeter, “uygar ve demokratik bir dünya özlüyorsak uygar bir devrim yapmak zorundayız”. Bu ‘uygar’ devrimin ön koşulu iktidarın şiddetine (gewalt) karşı önleyici bir karşı şiddet şeması üretmektir. Şiddet yokluğu saf, ham ve üstelik tehlikeli bir yalan ise -ki öyle- şiddeti, şiddetin kuvvetini gizleyen biçimler içinde anlamak ve üretmek gibi bir yolla sorunu göğüslemek durumundayız. Burada şimdi ironik bir biçimde diyebilirim ki, Türk politika geleneği, Marksistler, Liberaller, İslamcılar, Milliyetçiler tüm bir gelenek gewalt’a dayanıyor. Ve gücünü, idealiyle meşrulaştıran bir iktidar şiddeti olarak kuvvetle (gewalt) tanımlıyor. Bu ideal (Tanrı, Ulus, Pazar) tapıncının şiddetini sahnelediği kolektif imgesel süreçlerin, tam da bu süreçlerin bilinç dışı saiklerinin, Freud ya da Lacancı açıdan psikanaltik tercümesi yapılsa, yani bu ülkenin ‘politik bilinçaltı’ deşilse, işte o zaman gewaltın nasıl bir totalitarizm membaı olduğu ve bir yandan demokrasi savunulurken bir yandan da bu totalitarizmin nasıl kolaylıkla (en hümanist formlar içinde bile) üretildiği keşfedilir.

Aydınlar ve Zulüm

Balibar’ı izlemeyi sürdürüyorum:

“Bataille’nin terimini ödünç alarak diyebilirim ki, zulümde özünde ayrı türden (heterogeneous) bir şey vardır. Bu yüzden ideallikle, hiç yok demesek bile, tamamen farklı bir ilişkisi olmalı. Belki, iktidar-ın-şiddetinin, ‘gewalt’ın, tarihsel ideallik ve ideallerle doğrudan bir ilişki içinde olduğunu önerebiliriz, çünkü o tam manasıyla halka ve özel çıkarlara hizmet ederken, asla kendini, ideallikleri ya da ideal ilkeleri -Tanrı, Ulus, Pazar…- açığa çıkarmak için her türlü direnişi ezen bir kuvvet olarak oluşturmayı, kendini yürürlüğe koymayı, ideallikleri dışa vurmayı durduramaz. Öte yandan, zulüm biçimleri, …maddilikle dolayımlı olmayan (özellikle simgesel olarak dolayımlı olmayan) bir ilişkiye sahiptir.” (POS.137)

Bu pasajda Balibar, zulüm ve şiddet arasındaki ilişki ile iktidar ve şiddet arasındaki ilişkinin aynı şey olmadığının altını çiziyor. Onları ayrı türden, ayrı nedenleri olan olgular olarak saptıyor. Gewalt ideallere ilişkin simgesel dolayımlarla işliyor fakat zulmün ideallerle (özellikle de simgesel dolayımlarla) bu tür bir bağı yok. Başka deyişle maddi olanla dolayımlı bir ilişkisi yok ve bunu ancak tarih ve deneyim içinde ortaya çıkan olgularda görebiliyoruz. Balibar şiddetin zulüm sınırlarına ulaştığı noktayı iki ‘olgu’ ile betimliyor. Birincisi “yoksulların dâhili dışlanması” dediği “yeni yoksulluk”, ikincisi savaşlar, özellikle de küreselleşmeyle yaygınlaşan etnik ve dini savaşlar. İlkine ilişkin:

“Bu bize kapitalist ekonominin sadece sömürü üzerine değil fakat (Marx’ın açıkça inandırıcı bir açıklamasını verdiği) sömürünün fazlası, ya da aşırı-sömürü, üzerine temellendiğini hatırlatır ki bu bazen unutmaya eğilimli olduğumuz bir şeydir. Aynı zamanda, günümüz dünyasındaki en kitlesel yoksulluk biçiminin, geleneksel eylemlerin yıkılışıyla birleşen sözde Yeni Dünya Düzeninin kuruluşları olan yabancı finansal kurumların egemenliğinin ve benzerlerinin milyonlarca insanın lüzumsuz olduğu bir duruma yol açtığı azgelişmiş ülkelerde gördüğümüz bir yoksulluk olduğu gerçeğini aklımda tutuyorum. Onlara kimsenin ihtiyacı yoktur, Bertrand Ogilvie’nin Montevideo’daki konferansta önerdiği en aşırı şiddet ifadesini ödünç alırsak -onlar, deyim yerindeyse, ‘harcanabilir insanlar’dır-. Böylece onlar, sadece şiddetin değil fakat özel olarak zulüm biçimlerinin imha prosedürü ile karşı karşıyalar” (POS, 142)

Balibar, şiddetin her tür sınırının aşıldığı bu zulüm uğrağına Avrupa henüz maruz kalmamış olmalı ki, bu sınırın aşıldığı adres olarak azgelişmiş ülkeleri, hatta sık sık Afrika’yı örnek veriyor. Oysa biz bunu, son beş altı yıldır giderek artan kitlesel işsizlik biçimiyle (sadece işsizlik biçimiyle mi? esnek çalışma, fazla mesainin kalkışı, taşeronlaşma, sağlık ve eğitimin ticarileşmesi, düşük ücret, sigortasız çalışma, geçici işçilik, kazanılmış hak kayıpları, sendikasızlaştırma vb, vb) ve en acı deneyimlerle (ruhsal hastalıklarda artış, stres, genel mutsuzluk, öfke ve kavga nöbetleri, tedirginlik, güvensizlik, korku, özgüven yitimi, intiharlar, vb.) bir zulüm olarak yaşıyoruz. Balibar ‘yeni yoksulluk’ diyor. Yani kitlesel yoksulluk, bu artık bir ‘sınıf’ anlamı taşımıyor, ‘sınıf-altı’ ya da tam anlamıyla mülksüzleşme. Türkiye hızla sayısı milyonları bulan işsiz yığınların sınıftan sınıf-altına göçünü yaşıyor. Tekel işçilerinin itirazı ve direnişi buna, sınıf-altına göçmek istemiyorlar. Dolayısıyla en alt, en istenmeyen, görünmeyen, yok sayılan milyonlarca mülksüzleştirilmiş insan. Bankaların kontrolünde bir hayat, kredi kart borcunu ödeyemeyen milyonlarca insan vb. Gelir dağılımındaki otuz bin aile versus 72 milyon zıtlığını şiddetlendiren işsizlik oranı, resmi rakamla %13,6, gerçeği %20’lerde… Alenen her yüz kişiden 13 kişi işsiz… Sosyolog betimlemesiyle ‘sokaklarda dolaşan canlı bombalar! Âtıl işsizlik oranı kadınlarda %40, yani her yüz kadından 40’ı çalışma yaşamının dışında (incapacity). Onlar pasif bomba… Bu bomba benzetmesi epey saçma ama yine de TUSİAD’ı korkutmuş olmalı ki, yukarda andığım savcı krizinin yaşandığı gün başbakanı ziyaret ettiler, çıkışta bayan Boyner, “Sürdürülebilir büyümenin gerekli olduğundan ve bunun en önemli parametresinin istihdam olduğundan söz ettik ve bu doğrultuda atılacak her adım için işbirliği ve katkıya hazır olduğumuzu bildirdik” (19.02.10) dedi. Artı, TİSK genel sekreteri Bülent Pirler 21.02.2010 BTV’de Boyner’i tamamlar mahiyette sayıp döktü: “DPT’nin yürüttüğü stratejik küresel plandan vazgeçilmeli ve yerel ve ulusal kalkınma politikasına geçilmeli, sanayileşme politikasına dönülmeli, tarım nüfusu hizmet sektörüne alınmamalı yerinde tutulup bağımlılık kalitesi yaratan üretime geçilmeli, kısaca ‘ulusal istihdam stratejisi’ oluşturulmalı, aksi halde iç güvenlik ve toplumsal barış tehlikeye girer.” Günaydın demek lazım. AKP’nin çıkardığı küresel şirketlerin talanını mümkün kılan yasalarla mı, bu politikaları uygulayacaksınız? Hadi kalkıştınız, bu ‘ulusal istihdam stratejisini’ neyle, hangi sermayeyle hayata geçireceksiniz? Her yıl 60 milyar dolar faiz ödeyen, 486 milyar dolar toplam borcu olan bir ülke olmanın ötesinde, finansman bileşimindeki yabancı sermaye oranı nedir? Bankalar kimlerindir? Ve siz küresel politikalara rağmen ulusal istihdam stratejisi’ne geçtiğinizde küresel sermaye size pasta mı ikram edecek? 1990’ların sonundan bu yana bu ülke talan edilirken nerdeydiniz? vb. Bu ülke geleceğinde, özelleştirmeyi tersine çeviren rasyonel bir kamulaştırma stratejisiyle birleşmeyen hiçbir ‘ulusal istihdam stratejisi’nin başarı şansı olamaz. Çünkü kapitalizmin gerçek zaferi diyor A. Negri, sermaye devleti tümüyle ele geçirdiğinde, sermaye devlet olduğunda gerçekleşir. AKP bu sürecin motorudur ve süreç tamamlandı, rötuşlar yapılıyor. Geçmiş olsun. Toplumsal barış?… Ne kadar korksanız yeridir.

Sadece TUSİAD’ın değil Marks’ın da öngörmediği şekilde, işsizliğin, sermayenin genişlemesi safhasında ücret azaltmanın adımı olarak geçici bir olgu olduğu tespitinin çok ötesine, bugün yapısal olarak çözümün imkânsızlık evresi ya da tarih-sonrası bir aşamasındayız. Milyonlarca ‘harcanabilir’ insan, çalışma sürecinden yani sistemin özü olan ‘ekonomik aktivite’den dışarı atılmıştır ve devam ediyor. Bunun anlamı, tüketimden de dışarı atılmalarıdır. Oysa sistemin mutlağı pazardır. Pazar ise küreseldir, yani tüm dünyadır. Tüketimden atılmak demek, pazardan atılmak demektir. Nereye?… ‘Yok-yere’, dışlanmışlığın, harcanabilirliğin, imhanın, yok yerine… Sayılmama budur. Sanayi üretimine dayalı toplum tipinin bilmediği bir zulüm türü bu, sanayi üretimi için pazarın dışına sürmek değil tam tersine pazarı büyütmek ve herkesi içeri almak esastı. Oysa bugün sonrasındayız, insanların hem pazarın içinde olduğu hem de yoksulluğuyla dışarı atıldığı, adına dahili dışlama denen bir olgu bu, bir zulüm. Aşağıda fırsat bulacağız ama şu kadarını belirtelim, bu artık finans aristokrasisinin dünyasıdır. Dolayısıyla küresel planlama programı açısından ‘harcanabilir insan’ kalemi, pek önemli bir noktayı oluşturmuyor. Bunu anlamak çok da zor değil, Ranciere’in ‘Uyuşmazlık’ta nerdeyse tüm veçhelerini irdelediği, Antik Grek’te, köleler-kadınlar ve çocukların sayılmayışı, özgür yurttaşların ‘doğrudan demokrasi’ modelini kurmaları açısından sorun bile olmamıştı. Kölelerin, kadınların ve çocukların sayılmaması bugün 2500 yıl öncede kalan bir olgu değildir, hemen yanı başımızda, evimizde yaşanan bir olgudur. Aile fertlerimizden biri ya da hepsi ya da tanıdığımız bir sürü insan bugün işsiz, alenen bir uğraşı, işi yok. Çalışabilir nüfusun neredeyse yarıya yakını işsiz ve sayılmıyor, varlıklarının bir önemi yok. Sayılmayan ‘insan’ insanlığını unutur, süreç onu zorunlu olarak lümpenliğe taşır. Yaşadığımız dönemin bir zulüm pratiği olarak, negatif tasarruftan sonrası, (yiyeceğinden kısarak -zorunlu oruç yani- tasarruf etmek,) toplumsalın sonu demek olan bu koşullar, imha koşullarıdır.

Küreselleşmenin yapısal koşulu olarak kitlesel işsizlik ve imha koşulları yapısal şiddetin kendi sınırlarını aşmasına yol açar. Yapısal şiddet, kısmen eskide kalan mevcut düzenin (ve onun yapılarının) yeniden üretimine başkaldırıyı sürekli bastıran baskı, zorbalık ve engellemelerdir. Toplumun yeniden üretiminin yapıları olarak kurumların sabit, değişmez ve sürekli baskısı, cezalandırmaları, engellemeleri olarak bu yapısal şiddet bugün için oldukça soft kalmıştır. Baba, öğretmen, müdür, ustabaşı, ya da isterse polis olsun yine de soft kalmıştır, çünkü bu şiddet (zulüm değil) uygulaması ‘özne olarak insan’ın eylemlerini disipline etme (onu ‘hakikate itaat ettirme’) amacıyla uygulanan şiddetti. Bunun fiziksel imha (faşizm ya da Nazizm) boyutunu tartışmıyoruz. Oysa bugün ‘saymama’, koşulları altında, kişiyi harcanabilir, yok sayılabilir bir unsura çeviren, onun varlığını tanımayan, görmeyen (bireyi bir hakikate itaat ettirmeye falan çalışmıyor ne hakikat ne birey umurunda bile değil, ona bir tek ‘eğlenmene bak, enjoy! diyor, o kadar) bir şiddetle, zulümle karşı karşıyayız. Bu disiplin toplumunun (ulus biçimin) sonu olan, kontrol toplumunun yaşam biçimidir. “Hiçbir işlevi olmayan milyonlarca ‘harcanabilir’ insanın yok sayılması… ile biz, mevcut yapıların artık daha fazla yeniden üretiminin ötesine geçen nesnel bir zulmün bayağı dünyasına girmiş durumdayız.” (POS. 25)

Aydınlar ve İntiharlar

Mutabakatçı aydınların kitlesel mutlak yoksulluk zulmü karşısındaki duruşu nedir? Tarafsız ve ilgisiz, görmüyor, saymıyorlar basın ve medya ortamlarında (Örn; Taraf, Birgün, Evrensel, Bianet) başsavcı Cihaner olayıyla neredeyse hiç ilgilenmediler, belli ki iktidarın şiddeti onlara ulaşmıyor. Tekel eylemiyle ilgileri de uzaktan, mecbur kalınca bir iki cümle söylemekten öteye geçmedi, demokrasi mücadelesi veriyorlar fakat ne iktidarın şiddeti ne de zulmün şiddeti onlar için görünür değil. Antik Atina’da yaşamayı seviyorlar! Fakat hatırlatırım bu modelin iki adım sonrası Auschwitz’den yükselen küller Berlin’e yağarken, Berlinlilerin yakılan bedenleri görmemeleridir. Benzer olarak bu mutabakatçı aydınlar şiddetin nesnelliğinin, zulmün sınırlarını aştığı bir ortamda tam tersi bir öznel şiddeti kendine yönelten intiharları da görmüyorlar. Şiddetin kendini imhaya dönmesi demek olan intiharların son yıllarda bu denli artışı, tarihte hep en kara zamanlarda ortaya çıkmıştı. Topluma dâhil edilerek dışlanan kesim, borç batağına düşen işverenler, işsizler, yoksullar, özellikle gençler en fazla intihara yönelenler oluyor. Geçenlerde okudum İzmir’de bir işçi işyerindeki on dört işçiyi sendikalı yapmış, patron sendikalı işçilere baskı kurunca da intihar etmiş. Ortada ‘hukuk’ nezdinde hiç muhatap ya da suçlu yok. Fakat o genç işçinin kendine yönelttiği öznel şiddetin ardında, patronun sendikalı işçi baskısını meşrulaştıran iktidarın şiddeti yoksa ne var? Mehmet Altan’ın zevkten dört köşe demokrasisini yücelttiği o ‘tüccar devlet’in iktidar şiddeti, yani 11 milyonluk Yunanistan’da 3 milyon sendikalı işçi varken 72 milyonluk Türkiye’de 650 bin sendikalı işçi bırakan sendikasızlaştırma şiddeti yoksa ne var? Ergenekon’da Kuddusi Okkır’ın ölümüyle başlayan süreç askerlerin intiharlarıyla giderek artan bir zulüm ötesini deneyimliyor. ‘Nürnberg duruşmaları’nda bile bu kadar intihar yaşanmadı. Ki, orada İntihar edenler Nazi katliamının en üst sorumlularıydı… Oysa Ergenekon’da birçok Albay, yarbay, teğmen nihayet en son yarbay Ali Tatar’ın ve ardından Albay Berk Erdem… ne hüküm giydiler, ne mahkum oldular, fakat peş peşe intiharı seçtiler. İntihar bir kişinin o güne dek barışık yaşadığı benliğinden ya da kimliğinden, varoluşunun derinlerinden gelen bir duyguyla kuşkuya düşmesi, kendini kendinden, başkalarından ve tüm insani ilişkilerden uzaklaşmaya zorlamasıdır. İntihar, Ergenekonla o kişiye yüklenen ve ölümü seçmesine yol açan kimliği sahiplenmenin, onun kendi kimliğine, benliğine karşı ölümcül bir tehlike olarak görünmesidir. Kişiye yüklenen ve onun bunu kendi kimliğine karşı sahiplenmeyi ölümcül tehlike olarak görmesi duygusu… Nedir bu? Komutan cenazede ‘onur intiharları’ diyor. Peki, kendi solcu aydın kimliklerinin yerine, çürümenin bu lümpenleşmiş -mutabakatçı aydın- kimliğini sahiplenmeyi içine sindirmiş olanlara sorun: onur ne demektir? Sizce yılanın deri değiştirmesi gibi kimlik değiştirmeyi kendine yedirememek ne demek? Keşke kimliği tümden ortadan kaldırmak üzere kimlikten vazgeçmek anlamında bir üst aşama için eski kimlikten vazgeçilseydi bu herkes için mutlu bir onur olurdu. Fakat ‘kendi çıkarının dibine inen’ ve iktidarın şiddetini aklayan bir mutabakat bezirganlığına dönüşen bir kimliğe düşmek, Ranciere’in diliyle ‘lümpenleşmek’ ve çürümedir. Lümpeni tanımlayan tek sözcük vardır ‘teslimiyet’, efendi olmadan bir lümpen yaşayamaz. Çünkü kimliği, kendiliği yoktur, bu satırlarda buna kibarca pasif mutabakat diyoruz. İntiharı seçen askeri, kendi kimliğine, benliğine karşı kahredici bir yabancılık duygusuna iten Ergenekon’un iktidar şiddeti ve artık nesnelleşen zulmüdür. Hiç kimse bunun bir hukuk ya da demokratikleşme uygulaması olduğunu söyleyemez. Marksistler yıllarca amaçlar ve araçları tartıştı, kirlenmemiş bir amaca Ergenekon mahkemesi gibi bir araçla ulaşılır ve hala evet bu demokratikleşmedir deniyorsa, artık lafın bittiği yerdeyiz demektir. Çürüme tamam da bu kadar da pis kokmaz ki kardeşim. Böyle bir kokunun Osmanlı gübresinden bile çıkmaması lazım, bu kokunun menşei Türkiye olamaz, bu topraklar olamaz. Bu faşist kokunun membaı dünkü Nazizmi ve bugünkü yabancı düşmanlığıyla faşizmin Avrupa’sıdır. Sosyalistlerin eskiden bir özdeyişi vardı, sosyalizm mücadelesi yeryüzünde haksızlığa uğramış tek bir kişi kalmayana dek sürecek. O temiz duyguları hatırlayanlar bugün ‘insan hakları ideolojisi’ ile ’insan hakları’nın katledildiğini görmüyorlar mı?

Nesnel Şiddet ve Lümpenleşme

İktidarın şiddeti ve zulmün şiddetinin birlikte oluşturduğu nesnelleşen bir saldırı iklimi altında yaşamaya çalışmak. Direnişin küresel uğrakta aldığı yeni biyopolitik biçim bu. İdeallerin tarih içinde çöküşleri ya da hegemonya histerileri ile doğrudan bağlantılı bir süreç. Kendilerini düzenin dışında addettikleri için nesnel bir şiddet iklimi tesis eden bu ideallerin hegemonya savaşına karşı ‘bizi ilgilendirmez, burjuvazi kendi içinde savaşıyor’ diyerek, bu hegemonya savaşında galip gelenlerden yana ‘pasif mutabakat’ sergileyen ve hala kendilerini Marksist olarak niteleyen ‘mutabakatçı solculara’ açık ve net bir soru: bu üç (tanrı, ulus, pazar) idealin yanına koyabileceğiniz bir dördüncü idealiniz var mı? Varsa onun, aracılığınızla kendini dışarı vuruş biçimi, mevcut tanrı ve pazar ideallerinin hegemonyasına pasif mutabakat mıdır? Yoksa kendinizi sözde ‘sistem dışı’ konumlamanızın anlamı ne olabilir, başını kuma gömme mi ya da halktan apayrı bir kâşanede –üstelik bir sürü genci de ortaya hapsederek- yaşamanın adına ‘mücadele’ demek mi? Bütün belirtiler, solun eleştirel bilincinin sıfırlandığı kahredici bir pasif mutabakat döneminin yaşandığına işaret ediyor.

Bu noktaya kadar şunu gördük, Tanrı ideali topluma iktidarın şiddeti (gewalt) olarak saldırıyor, Pazar ideali kitlesel yoksulluk ve ‘saymama’ temelinde bir zulmün şiddeti olarak saldırıyor, Ulus ideali ise Ergenekon’da tutuklu (simgesel olarak o ideali paylaşan milyonlarca insan da tutuklu). Kıvırtmanın, laf cambazlığının hiç gereği yok, tablo tam ve hakikat olarak budur. Ve bunun anlamı, küresel egemenliğin, günümüzde yereli ulus devlet parlamentosuyla değil, ‘küçük, sürekli her-yerde-kriz, omni-krizlerle yönetiyor olmasıdır; yönetim modeli budur. ‘Taraf’ bu modelin en kirli noktası olarak en asli gücüdür. Bu asli güç nihayetinde üniversiteler, televizyonlar, gazetelerde birikmiş entelektüel sermaye, yani (sol+liberal+islamcı) kozmopolit aydın despotizminin güç tekeli olarak maddileşmiştir. Ve bu entelektüel güç tekelinin temel işlevi, sınıfların bozulmasıyla eklemlenerek tüketici birey odaklı öznelliğin pasif mutabakat dışında bir alternatife yönelişini imkânsızlaştırmak ve toplumun, iktidarın ritmine göre dans etmesini sağlamaktır.

Bu süreçte toplumsal alanın çökertilmesi, politik norma dönüşür. Meşruiyet, pasif mutabakat ve iktidarın şiddetinin kusursuz bir sentezine dayanır. Ve bunu ‘göç’ izler; zihinsel ‘göç’5. ‘Türkiye’ye ne oluyor?’ sorusunun yanıtı, ‘Türkiye’de ne oluyor?’dan bağımsız verilemez. Türkiye’de olan en temel şey, ‘zihinsel göç’tür. Sendikacıların göçü, işçilerin göçü, akademisyenlerin göçü, gençliğin göçü vb. hepsi ‘güç tekeli’ni kuran aydınların göçünü izler. Bu, sınıfların bozulması, çürümesi denen olgunun zamanın ruhuna eklemlenmesi demektir. Ranciere sınıfların çürümesini, Heine ve Marks’a atfen çizdiği bir tabloyla betimler (J.R. FY,123). Bu çerçevede, bizdeki muhafazakâr ve İslamcı kalkışma “paslı geleneklerin” bayraktarlarının, “her türden çürümüşlüğün çıkarlarının”, kısaca “bugünün hayatını zehirleyen”, Osmanlı Gübresi’nin iktidar şiddetiyle betimlenebilir. Fakat Marks için sokakları dolduran bu çürümüşlük sadece geçmişin kiri pası değildir. Sınıfları olduklarından aşağı düşüren bir çürümedir.

“Bir sınıfın ‘lümpenleşmesi’, kendini sıkı sıkıya korumaya dönmesidir. Aynı zamanda bireyler toplamına indirgenerek bozulması demektir. Lümpen proletarya ile proletarya karşıttır, biri sınıf bile olmayan bir sınıf, diğeri sınıf olmaktan çıkmış bir sınıf. Parasını burjuvazinin verdiği serseriler ordusu şeklindeki fantazmik imge, daha korkulası olan şu sırrı barındırır: işçi sınıfından işçi sınıfına karşı bir ordu toplamak her zaman mümkündür” (Marks’tan akt. J.R.)6

Başka deyişle, toplumdan topluma karşı, onu sona erdirecek, onun sermayeye ilhakını sağlayacak bir ordu çıkarmak her zaman mümkündür. Ve bu, şu demektir: Bu şiddet ikliminin yarattığı öznelliğin, üstelik hemen herkesin de şikayetçi bir dille betimlediği tipik özelliği, anlam ve değer kaybı ile maddileşen bir ilgisizlik, kayıtsızlık, bigâneliktir. Bakkala ‘yahu bu intiharlar’ diye söze girdiğinde onun başını sessizce eğerek çevirmesi ve meşguliyetin cümlesiyle sana dönmesinde maddileşen bir bigânelik. Kendini korumaya bu sıkışmanın, bir ‘kendi’ bozulması, çürümesi olarak lümpenlik formunu alması kaçınılmazdır. Aynı lümpenleşmeyi kendini korumanın ‘biz’ formuna sıkışmasında da görürüz. AKP Çorum milletvekili Ahmet Aydoğmuş “Bize karşı çıkan kanı bozukları tahlile göndermeli” (23.02.10 Haber Türk). Sonucu lümpenleşme olan bu ‘kendini koruma’nın ilgisizlik biçimleri, alabildiğine yaygınlaşır. Kürsüden anlatırken ya da sohbet esnasında öylesine, işsizlik, ABD, küreselleşme… kısaca ‘politika’dan ne zaman bahis olsa öğrencinin gerçekten de uzaydan bakıyormuş gibi boş gözlerle sana bakmasında maddileşen, taş kadar katı bir ilgisizlik. Sanatçıların en sıradan politik gelişmelere ilişkin ilgisizlikleri yüzünden ortaya çıkan komediler vb. Genciyle, ihtiyarıyla, çalışanıyla, işsiziyle sıradan insanın ‘kendini sıkı sıkıya koruma’sının, lümpenleşmeyi üreten böyle bir forma sıkışmışlığının, acizliğinin, çaresizliğinin kaçınılmaz sonudur bu. Bu, şiddetin en nesnel halidir. Hem o taşlaşan bakışlar hem de o gözlerde anlam arayan açısından şiddetin en nesnel hali. Gözler hüzünlü bakamıyorsa artık dünyaya, ötesi biyolojik bir belden aşağının dünyasıdır. Anlama ve değere dair kurulan her cümlenin üstüne abanan boşluk. İktidarın şiddeti ile yoksulluğun (cebindeki kartlarla, -zincirlerle- bağlandığı finans aristokrasisinin) zulmünün en kusursuz sentezi olarak nesnelleşen şiddet, böyle bir yazgıyı hala ve hızla yazmaktadır. Artık toplum, küresel pazarın kâr birimine dönüştürdüğü bireyler toplamıdır. Bilmek istememenin’, ‘öteki sahne’yi görmek istememenin sahnesi olarak ‘görünüşün sahnesi’nin ‘elmas tozları serpilmiş ışıl ışıl dünyası. Onun da bilmeyle işi yoktur, görmek ve yaşamak yeter, anı yaşamak, bayağı bir şimdiye sıkışmak budur. Üstelik bu görünüşün sahnesinin gücü totolojiktir. Totolojik güç (tanrı tanrıdır, hukuk hukuktur, pazar da pazardır vb) gücünü, virtüel ya reel, ‘gerçeklik’ten alır. Çünkü yegâne totolojik güç, gerçek gerçektir’in gücüdür. Tüm karşı iktidar tasarıları ne derse desin ‘zihinsel göç’, ‘pasif mutabakat’ ve ‘kendini sıkı sıkıya koruma’nın, kendini/sınıfını çürüten, bozan lümpenliği bugün Türkiye’nin en acımasız gerçeği olarak mevcut bireyin öznellik tarzıdır. Bu birey ne yurttaştır ne öznedir ne de topluma herhangi bir sadakatin bağıdır. O artık ‘toplum’ değil ‘nüfus’tur ve yönetim de bundan böyle toplumun değil ‘nüfus’un yönetimidir. Nüfus, iktidarın ve zulmün şiddetiyle meşrulaşan tipik bir küresel tüketiciler yığınıdır. Kozmopolit toplama kamplarında depolanan tüketici bireyler toplamı. “Topluma karşı toplumdan devşirilen ordu”! Foucault seslenir taa 70’lerden… ‘Toplumu Savunmak Gerekir” (bkz. YKY, 2004)

Sahnedeki ideolojiler

Görünüşün sahnesinde iki şey oluyor, birincisi; insan hakları ideolojisi, ‘Yeni Türkiye’ için resmî ideoloji olarak piyasaya sürüldü. Bu noktada önemli olan, insan haklarının ne olduğu ya da olmadığından çok (zaten kimsenin bununla ilgilendiği de pek yok) nasıl olup da yaşanan küresel emperyal politikanın ideolojik ve politik ilkesi haline geldiğidir. İnsan hakları bugün fiilen, felsefi ve normatif (hele de hümanist) karakteri ile değil, tersine onu simüle ederek, hak-mülkiyet-emek üçlüsünün küresel ölçekteki hukukunu yeniden düzenleyen, neo-liberal bir politik ideoloji olarak işlemektedir. Öyle ki bugün, insan hakları ideolojisi, bizzat kendini ihlal pratiğine dönüşmüştür. Harcanabilir, mülksüzleştirilmiş kitlesel yoksullara yönelen ya pasif mutabakat ya intihar koşullarının, ulus idealinin aydınlarına yönelen ya hapis ya intihar koşullarının maddiliği, bireyine tahsis edilmiş kendi sınıfını çürüten lümpenliği, insan hakları ideolojisinin kendini ihlalinin yegâne hakikatidir. Bu şiddet en temel haklar (sağlık-eğitim-beslenme-iletişim) dâhil her türden bireysel hakkın ve her türden farklılığın yaşama ihtimalinin ve kendisinin -insan haklarının- ölüm marşıdır. Görünüşün sahnesini süsleyen ‘tartışma özgürlüğü hakkı’ ne mülksüzlerin ne de direnenlerin haklarıdır. Basının ve tüm iletişim kurum ve yapılarının kendilerine tahsis edildiği bir dünyada, ‘tartışma-ifade özgürlüğü’ tam da temel insan haklarının ilgasının ve zulmün şiddetinin maskesi olmaktan başka bir anlam taşımıyor artık.

İkinci olarak olan şudur; totalitarizm karşıtlığı, askeri vesayet ve darbe karşıtlığını insan hakları ideolojisi ile payandalayan bir ‘demokratikleşme’ ideolojisi ile nüfusun depolitik başkalaşımının meşruiyeti inşa edilmektedir. Bu olgu, Taraf gazetesinin peş peşe açıklamaları ve onu izleyen Ergenekon tutuklamaları ile tele-görsel dünyanın hakikatini oluşturur. Özellikle son ‘Balyoz planı’ tutuklama dalgasının, planın dört aşaması düşünüldüğünde ve ilk dalganın planın birinci (hazırlık) aşamasına tekabül ettiği dikkate alındığında, planın diğer aşamalarıyla ilgili olarak tahminlerin ötesinde sivil kişileri de içine alan yeni dalgalar beklenmelidir. Taraf o listeleri boşuna yayımlamadı ya… ‘Balyoz Soruşturması’nın Ergenekon’dan farkı ve asıl anlamı, Türkiye’nin aynen İspanya, Yunanistan vb. olduğu gibi askeri vesayetle hesaplaşıyor görüntüsünü ‘Türkiye demokratikleşiyor’ spotu ile aynileştirmek ve bu yolla AKP heyetinin 2011 seçimine zaten kazanmış bir heyet olarak katılmasını sağlamaktır. Her şey, AKP’nin kendisini demokrasi mücadelesinin ve mili iradenin tek temsilcisi ya da AKP=Demokrasi (geri kalanların hepsi vesayetçi) olduğu propagandasını tutundurmaya bağlıdır. Bu propagandanın başarı şansı, İslamcı ideolojinin bu kez çok daha sert bir saldırıyla, sadece ulus idealinin yandaşlarını değil, ‘farklı’ her sesi kendi ‘Biz’lerine karşı çıktığı varsayımıyla paralize etmelerine yol açacaktır. Oluşturdukları “Biz”i; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri ifade eden, kusursuz bir demokrasinin kusursuz ufkuna dönüştürdükleri ve bu ufku bir “biz”e tahvil ederek kitlesel pasif mutabakat desteğini yarattıkları ölçüde, bu “Biz”e karşı çıkmanın bedeli, “terörist” yaftasına muhatap olmaya dek uzanan bir nesnel zulme dönüşecektir. Bu “biz”e karşı çıkanlar, ‘kanı bozuklar’dan, ‘komünistler’e, “dinsizler”e, “kafirler”e, cinsellik, alkol, vb. farklı yaşam biçimi tercihlerine kadar genişleyebilir. Bu yaftaların, seçim sathında, AKP’nin bekasının garantilendiği inancıyla birleştiği ölçüde (salt bu koşulla) bağnaz tabanın ‘Biz’e karşı olanların avlanması ve linçlere dek çeşitlenen fizik şiddet biçimlerini üretebilir, üretecektir de.

Ergenekon, Balyoz soruşturması ve mutabakatçı aydınların ulus idealini paylaşanlara yönelttiği, ‘darbeci’, ‘ulusalcı’ iddialarının, sözde demokrasi güçlerinin zaferiyle ve “Türkiye demokratikleşiyor” spotunun meşruiyetiyle taçlanmasına karşı; ‘eleştirel bilinç ve eleştiri faaliyeti” zorunludur ve gereklidir. Bu eleştiri iki noktada yapılmalıdır, birincisi teorik, milliyetçilik-ulus devlet ve yurttaşlık özelinde başta Halil Berktay’ın olmak üzere özellikle de ‘ittihat terakki’ soslu, manipülasyonları deşifre etmek. İkincisi pratikte bir strateji ve ona bağlı taktiklerin şifresini çözmektir. Birinciyi ayrı başlık altında başka yerde yapmak üzere ikinciye ilişkin olarak aşağıda özet bir perspektif sunmaya çalışacağım.

  1. Aydınlar ve Rejim

Küreselleşmeyi Balibar üç unsurla anlamak gerektiğini belirtir7: birincisi Wallerstein’ın ‘dünya-ekonomisi’ analizlerinde ortaya koyduğu ekonomik küreselleşme. İkincisi, Sovyet bloğunun yıkılışı ve üçüncüsü enformasyon ve teknolojideki devrim. Bu üç unsurun üçü de Türkiye’nin son otuz yılında belirleyici olmuş ve sadece toplumun değil, rejimin dönüşümünün manivelasını oluşturmuştur. Önceki ‘Ergenekon’ yazımda uzunca üzerinde durduğum için adını anmakla yetineyim. Yaşanan olgu ‘Yeni Türkiye’nin ekonomik, politik, kültürel ve ideolojik olarak yeniden biçimlenmekte olduğu olgusudur.

Sanayi toplumu, “devlet aracılığıyla devlet içindeki sınıf mücadelelerinin politik kontrolüdür. …Bunun için, sınıf çelişkisini görece etkin, dayanıklı ve “adil” bir “genel çıkar”a tabi kılmaya imkân veren kurum ve söylemler yaratmak zaruridir.” (E.B. BAH, 29).Balibar bu görüşünü ‘Machiavelli teoremi’ olarak adlandırıyor. “Machiavelli’in Roma Cumhuriyeti’nin istikrarı ve gücüne ilişkin açıklamasını, pleb’ler ve soylular’ arasındaki çatışma için bulunan kurumsal çözüme (“pleb’lerin kürsüsü” [tribunate], halkın soylulara karşı seçtiği ve halkı koruyan sulh hâkimi -Roma tarihinde soylulara karşı halkın seçtiği ve halkı koruyan bu çözüm sınıf çatışmasını kurumsallaştırır ve ona devlet içinde bir temsil statüsü kazandırır) dayandırma yönteminden dolayı “Machaivelli teoremi” diyor. (E.B. aynı sayfada dipnot)

Şimdi, Batı’da ulus devletlerin genel kuruluş uğrağı aynı zamanda bu modelin moderndeki uğrağıdır. Bizdeki farklılık, kısaca toplumsal tarafların bir ‘sınıf mücadelesi’ resmi vermemesidir. Bu durumda kuruluş, 1789 evrensel ‘yurttaş ve İnsan hakları bildirgesi’ndeki ‘genel irade’ modeli şeklinde gerçekleşmiştir. Ki burada temel form daha çok Rousseau’cu ‘yurttaşlık’a ve sözleşmeye (anayasaya) dayalıdır, o yüzden M. Kemal’in (mealen) “bizde henüz ekonomik sınıflar yok hali hazırda Türkiye kaynaşmış kitlelerden müteşekkildir” formülü tayin edici olmuştur. Daha sonra biz buna ‘masal’ dedi isek de kuruluş uğrağının evrensel eşitlik ve özgürlükçü mantığı bu ifadeye içkindir. Çünkü bu, farklılıkları kurumlaştırmaktan çok benzerlikleri kurumlaştırmaya dayanan Rousseaucu modeldir. O zaman Batı’dan farklı olarak “devlet aracılığıyla devlet içindeki sınıf mücadelelerinin politik kontrolü” yerini “devlet aracılığıyla, devlet içindeki ‘kurucu ideolojiye karşı güçlerin’ politik kontrolü” biçimini almıştır. Yani Türkiye’de çelişki daha baştan alt yapı değil, üstyapı içinde konumlanmıştır. Bu nokta bugün yaşanan ‘tanrı idealinin şiddeti’ sorununun tohumunun atıldığı noktadır. Türkiye’nin kuruluş uğrağının iki yumuşak karnı varsa bunlardan biri İslam, diğeri Kürt meselesidir. Kuruluştan, denebilir ki 70’lere kadar Kürt realitesi, bölgesel yaşamı kontrol eden aşiretlerin yönetici zümrelerinin devletin yönetim erki içinde yer almaları nedeniyle derin ve uzun bir uyku dönemi yaşamış, 80’lerden itibaren aynı kesimlerin devlet erkinden ayrılıp sanayi ya da finans burjuvazisine geçmeleri ile ‘özerk bir kimlik’ sorunu süreç içinde ortaya çıkmış ve bugünkü ‘akut’ halini almıştır. Kürt sorunu ile bugünkü siyasal İslam sorunu mutlak anlamda karşıttır, Kürt sorunu ne kadar bir ‘kendilik’ sorunu ise İslamcı iktidar sorunu da o kadar ‘kendiliksizlik’ sorunudur, dolayısıyla yan yana bile konamazlar, statüleri, anlamları ve değerleri mutlak olarak ayrıdır ve ben burada İslamcı iktidar sorunuyla ilgileniyorum. [Kürt sorunu için de bütün sorunlar için geçerli olan şu varsayımımı izninizle tekrarlamalıyım: Bir sorunu çözecek taraf, o sorunun taraflarından biri olamaz, sorunun değil, sorunun taraflarının dönüşümü olumsallığını da içeren, çözümün tarafı olan bir ‘taraf’ yoluyla çözülecektir. Bu çözümün tarafı, ‘sol’ ya da onun 21. yüzyıl versiyonu olacaktır. Ya da küresel emperyal oyun alanında sorunun ‘yeri değiştirilecek’ ve bu suretle sorun, sorun olmaktan çıkacaktır. Küresel oyun dışındaki çözümün mutlak hareket noktası, geleceği birlikte kurmanın yurttaşcıl (civic) bir ‘kader’ (bu kader nedir?) olup olmadığına karar vermektir.]

Cumhuriyetin kuruluş uğrağı yine batıdaki uluslardan farklı olarak, (batılı uluslar gibi) etnik savaşla değil, Avrupalı ulusların emperyalizm aşamasına gelmiş oldukları bir uğrakta, tam da onların emperyalist amaçlarına karşı verilen bir ‘bağımsızlık’ savaşıyla kurulmuştur. İşte kurucu uğrağın tayin edici farkı budur. Bu farktır ki, Rousseau’cu yurtseverliğin resmî ideolojiye dönüşmesini sağlamıştır. Oysa Batı’da yurtseverlik çok kısa sürede geçilerek milliyetçi ve ırkçı biçimler almıştır. Dolayısıyla, kuruluşun mantığı emperyalistlerle iş birliği ya da onlara teslimiyetin mutlak yadsınmasına dayanır. O halde “devlet aracılığıyla devlet içinde (sınıf çelişkisi yerine ikame edilen) ‘kurucu ideolojiye karşı güçlerle mücadele” den kasıt, tam da emperyalist devletlerle iş birliği ve teslimiyet politikası güden güçlerdir. Kimdir bunlar? Başta ‘darbeci’ (bunu fiilen birkaç kez deneyen) şeyh-ül İslam Sabri Efendi olmak üzere İslamcılar ve liberaller ile onların partileri “Hürriyet ve İtilaf’ partisi. Osmanlı’nın son dönem hükümeti olan bu parti, “Bu mülkün atisi ve halini [yarını ve bugünü] İngiliz dostluğu ile temin” etmekten başka vizyonu olmayan, “Osmanlıcılık ‘yerinden-yönetim ve hür teşebbüs, meşrûtiyetçilik, liberal ekonomi gibi fikirlerin savunuculuğunu yapan” teslimiyetçi bir heyettir. Teslimiyetçi, çünkü; sınıfların oluşmadığı, dolayısıyla sınıf mücadelesinin olmadığı bir toplumsal formasyonda, liberal değerlerin savunusu, bu toplumda olmayan fakat İngiltere’de, Fransa’da kısaca Batı’da olan burjuvazinin ekonomik/politik çıkarlarını savunmaktan başka bir anlama gelmemekteydi. Berktay, bu konulara hiç girmez, sadece Hürriyet ve İtilafçıların özgürlükçü, liberal ve evrensel değerlerci falan olmalarını öne çıkarır. İyi de teşebbüsünün hürlüğü savunulan sınıf Türkiye’de değil ama partisi Türkiye’de ise bu nasıl olacaktır? Kuvayı Millye’nin karşı çıktığı hadise, kendinden farklı bir partiye değil, bu teslimiyetedir. Bu yüzden Kurtuluş savaşı zaten bu partinin teslim olduğu batılı emperyalistlere karşı verildiği için, kuruluştan sonra ulus devletin kendi içinde bu ‘karşı güç’ün kurumlaşmasına izin vermesi düşünülemezdi. Burada “Machiavelli teoremi”nin istisnasıyla karşılaşırız. Bu teorem egemen bir ulus devletin içindeki sınıf çelişkilerinin temsil yoluyla kontrolünü düzenleyen bir model. Fakat Türkiye’nin kuruluş uğrağında sorun kapitalist sermaye birikimini sağlamış burjuvazinin içerde değil, kendilerine karşı ‘bağımsızlık savaşı verilen ‘dışarı’dadır. Yani nasıl olacaktır, İngilizlere karşı savaşıp bağımsızlığını kazanıyorsun ve sonra kurduğun devlet içinde İngiliz burjuvazisinin -giderek elbette devletinin- çıkarlarını savunacakları İslami ya da benzeri bir (politik) kuruma izin veriyorsun. O zaman neden savaşılsın, savaşa ne gerek var. Nitekim bunlar ‘Sivas Kongresi’nde uzun uzun tartışılan konulardır. Ulus devletin ancak kendi toplumundaki farklı çıkarların kurumsal temsiline (elbette kontrol amacıyla) izin vermesi, onun eşitlik idelinin bir gereğidir. Bu idealdir ki, burjuvazi ve proletarya ‘sınıfları’nın oluşumunu bizzat ulus devlet desteğiyle (yani halkın yoksulluğa mahkûmiyetiyle) uzun yıllar içinde tesis edebilmiştir. Ayrıca proletarya kendi temsilini (parti ya da sendikal temsilini) devletin bahşetmesiyle değil uzun yıllar süren mücadelelerle adım adım kazanmıştır. Bu mücadele, 2. savaş ve sonrasında ulus devletin emperyalist dünyaya koşulsuz teslimiyetiyle birlikte, kurucu ideolojinin kuruluş formunu tümüyle yitirdiği ve iki kutuplu dünyanın ulus, tanrı, pazar ideallerinin en totaliter ve en birleşik biçimine büründüğü düzene karşı verilen ve 1980’de kesilen şanlı bir tarihe sahiptir. Yani o eşitlikçi ideal ancak kuruluş yıllarıyla sınırlı kalmış bir ‘ideal’dir. Kısaca, İslamcıların M. Kemal ve Cumhuriyet düşmanlığının en dibinde, kuruluş uğrağında İslam ve sömürgecilik ortaklığının ‘kurumsal temsil’ biçimi bulamamış olmasının ‘mabad yangını’ bulunmaktadır. Kurucu ideolojinin din meselesindeki tavrı ise tamamen Rousseau’cu olmuştur. Yani tanrı ile inanan arasındaki tüm dünyevi aracıların (şahıs ya da kurumların) reddine dayanır. Ve iki temel iddiası vardır; bir, İslam 9.-13. yüzyıllarda yaşadığı Rönesansını yitirmiştir, yani özellikle Kopernik’den sonra ‘bilimsel bilgi’ ile ilişkisi kopmuştur ve iki, bireyi ’tanrının kulu’ ile tanımlıyor olması nedeniyle cumhuriyetin, özerk birey olarak “yurttaş” tanımıyla veya herhangi bir yurttaş tanımıyla, kesin olarak ve sonsuza kadar uzlaşmaz ve antagonist anlamda zıt olmasıdır. Bu nedenle dinin devlet içinde kurumlaşması daha çok insanların toplumsal düzene özgür katılımlarını ve toplumsal uyumu hazırlayıcı bir durum için işlevinin kurumlaşması (Diyanet İşleri Başkanlığı) şeklinde olmuştur. Kurum dinin kendisinin değil, işlevinin kurumudur, çünkü egemenlik tanrının değildir. Tanrıya iman ve ibadetini şahsi itikadına dayandıran mütedeyyin açısından sorun yoktur, çünkü devlet onun bu itikadının ihtiyacı olan kurumların (ki onlar dinin işlevinin kurumlarıdır) tesisine izin vermiş, buna hizmet etmiştir. A. Hamdi Akseki’nin üstün çabalarıyla Elmalı M. Hamdi’ye ait Kuran’ın ilk tefsiri, basımı, çoğaltımı, Cumhuriyet hükümetinin, 1926 tarihli ve zamanına göre oldukça maliyetli bir projesidir. Amaç çok açıktır, ‘Kutsal Kitab’ın inananlar tarafından anlaşılması suretiyle, aracıların ortadan kaldırılmasına hizmet. Bu tam anlamıyla din sorununun Rousseaucu çözümüdür ve Türkiye kuruluşta bu modeli uygulamıştır. Oysa dinin işlevinin değil, kendisinin kurumlaşmasını (halifeliği) talep edenler için bu bir mabad yangınından başka bir şey değildir.

Şimdi İslamcı iktidar talebi, kendi egemenliği ve iradesi karşısında, bir yanıyla ‘yurttaş’ ya da ‘özerk birey’ adı altında, öte yanıyla ‘sınıf’ veya ‘kimlik’ adı altında herhangi bir ‘özne’nin iradesini, çıkarını ve egemenliğini tanıması imkânsız bir idealin politik talebidir. Bu durumda toplumsal düzenlenişin mevcut özneleri (tarafları) içinde olmayan böyle bir idealin (Tanrının), toplumsal çıkarları olamayacağına göre, bu idealin politik iktidarı kimin çıkarına hizmet edecektir? Bireysel egemenlik iradesini, genel irade olarak kullanan yurttaşın çıkarı, birey ve aynı anda anayasanın uyruğu bir öznenin çıkarıdır. Ulusal çıkar öznenin ve Öznenin eşanlı çıkarıdır. Özerk öznenin ve bağımsız Öznenin eşanlı çıkarı. Bu ulusal çıkar nosyonu bireyi ‘kul’(uyruk) olarak öznelleştiren, öte yandan ulusu ‘ümmet’(teba) olarak öznelleştiren (her iki formunda da özerklik ve özgürlük olmayan) tanrının çıkarı olamaz. Tanrının zaten dünyevi çıkarı olamaz. Tanrıyla insan arasındaki ilişki bireyin ya da ümmetin ona ‘teslim olması’ biçimindedir. İnsanın bu ‘teslim oluşu’ dışında bir statüsü ya da anlamı yoktur. Zaten başbakanın bu durumu yaratılış konusu olarak algılaması ve sürekli şu cümleyi tekrarlaması, ‘biz insanı severiz çünkü yaratılanı yaratandan ötürü severiz” onun, egemen ulus devlet ve anayasanın uyruğu “yurttaş” diye bir sorunu olmadığının en net ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle mutlak olarak tanrının egemenliğinin dünyevi aracılığını sembolize eder. Asla ulus ve yurttaşlık projesi içinde değildir. Ben sürekli AK parti sistem dışı bir partidir derken bunu vurgulamaya çalışıyorum. AKP’nin ‘ulusal çıkar’ diye bir sorununun olmadığı çok net. Peki AKP ‘sınıfsal’ çıkar diye bir çıkarın temsilcisi olabilir mi? Aynı mantıktan giderek hayır ne burjuvazinin ne proletaryanın, hiçbir sınıfın çıkarını, “sınıf”ın özne olması nedeniyle tanım gereği temsil edemez. Peki toplum çeşitli ‘taraf’lardan oluştuğuna göre, (politikanın bu tafraların yanlış sayımına dayandığı konusunu atlıyorum) ve AKP bu toplumun politik iktidarı olduğuna göre, soru hala nettir; AKP bu toplumu oluşturan taraflardan hangisinin çıkarını temsil eden bir kurumdur? Yanıt açıktır: hiçbirini.

Küresel Ekonomi ve Türkiye

Fakat, AKP’nin politik vizyonunu ve stratejisini anlamak açısından, bu ‘kimin çıkarını temsil ediyor’ sorusunun yanıtı, ‘Yeni Türkiye’ algısı açısından hayatidir. AKP’nin ulus devletin din sorununa bulduğu çözümü (tanrının işlevinin kurumlaştırılmasını) tanımaması anlaşılırdır. Çünkü o, işlevinin değil bizzat idealin kendisini koruyan (kurumlaştırma bir sonraki, aşama olabilir, çünkü henüz ulus-biçim sendelese de duruyor) bir değerler bütününü temsil ettiğini söylüyor. O halde nasıl olup da kendisinin hem ulus idealinin iktidarı olup hem de tanrı idealini temsil ettiğini dünyaya makul bir şekilde gösterebilir? Yanıt soruda var, makul bir şekilde, yani rasyonalize ederek gösterebilir. Peki, İdeali koruma ‘makul şekilde’ nasıl gösterilir? ‘İdealin değerler bütününü koruma’, ‘idealin kendisini sıkı sıkı koruma’nın bir biçimi olarak ancak o idealin taşıyıcılarını, yani mensuplarını “sıkı sıkı koruma” (Marks) biçimiyle makulleşebilir. Bunun başka yolu yoktur. Tanrıyı korumanın gerçek biçimi nedir? Ona bütün varlığıyla halisane teslim olmak. Öyleyse ideali korumanın makulleşmiş hali olarak mensuplarını korumanın biçimi de ‘mensuplara’ teslim olmak’tır. Mensuplar kimdir? ‘Mürşidi Kamiller’ ve kulları tanrının yoluna bağlayan Tarikatlar. Böylece bu makulleştirme (dünyevileştirme) hareketiyle AKP için, kendi iktidarının şiddetini meşrulaştıran tanrı idealini koruma, tamamen mensupların kişisel, bireysel ya da cemaat çıkarlarını korumaya indirgenmiş olur. Bunun sonucu, ideali korumanın, mensuplarını korumaya feda edilmesidir. Yani bütün makulleştirmelerin kaçınılmaz sonucu olan, aslının, -burada tanrı idealinin- bozulması, çürümesidir. Dolayısıyla böyle bir partinin, bir yandan ideali koruma saiki ile bir yandan da fiili düzeyde mensuplarının çıkarlarını koruma saiki, birbirinden ayrılamaz bir biçimde iç içe geçer ve neyin asıl, neyin taşıyıcı olduğu karmaşıklaşır. Takiyye ve şeyh, veli, nebi, vb. şirk, biçimleri normalleşir. Böyle bir yapının iç işleyişi hiçbir rasyonele dayanmayacağı için, liderlik konumunun durumu, mensupları dışındakilere yasal otorite olarak görünürken, mensupları açısından asla sadece yasal otorite olarak algılanmayacak, tam tersine bir tür belirsiz aşkınlık atfedilecektir. Bu yüzden böyle bir liderlik ancak ‘Araf’ta liderliktir. Bülent Arınç, bu liderlik tipinin en özgün örneğidir. Liderin buyrukları ise, yasanın şiddetinin çok ötesinde idealin şiddetiyle meşrulaşan buyruklardır. Fakat bu liderlik ne yazık ki, içerdeki bu konumunu sanki dışarıda da geçerliymiş gibi aynı ‘otoriterlikle’ yansıtmaya başlar. Ya da içeri-dışarı ayrımının sınırı kendi kimliğinde belirsizleşir. O noktadan itibaren içeride doğal ‘iktidar’ olarak algılanan model dışarıda sadece ‘iktidarın şiddeti’ olarak algılanır. Fakat a’dan z’ye idealle meşrulaşmış bir ‘iktidarın şiddeti’ formu olduğu için dışarı algısı gerçeği yansıtırken içerideki algı şaşkınlık üzerine kurulur. Nasıl olur, ‘Biz’e nasıl karşı çıkarlar, nasıl eleştirirler, bunu anlamaları neredeyse imkânsızdır. AKP Başbakanı’nın ‘özgüven’ ve ‘karizma’sı çok büyük ölçüde içerideki biatla inşa edilmiş bir yanılsamadır. Fakat sonuçta o da kişi olarak son kertede idealin taşıyıcıları olan tarikat ve cemaate (ideali koruma formunun gereği) teslim olmuş bir cüzi iradedir. Dolayısıyla şeyhin karşısında diz çökmesinden, el öpmesinden, ya da milletvekillerinin ‘tabi abi, emrin olur hocam’ vb. hitap biçimleri son derece doğaldır. Bu model, en ufak bir dış tehdit ve baskı karşısında (seçim baskısı, muhalefet baskısı, ulusal kurumların baskısı, basının baskısı) ideali en sıkı biçimde koruma mecburiyetinin, kendini (‘Biz’i) en sıkı biçimde koruma biçimine büründüğü ve tam da o anda idealin en bozulmuş, en çürümüş formlarını üreten lümpenleşme aşamasına geçildiği noktadır ve modelin zirvesidir. Ve Araf’ta liderliğin trajik ikilemi tam bu noktada somutlanır. Tarikat onu ideali ve dolayısıyla kendisini -yeterince- korumamakla, sistem ise yasayı ihlal etmekle suçlayacaktır. Her iki tarafa da yaranamayacağı için iktidarının bekasını, aşağıda çizeceğim finans aristokrasisinin küresel liderliğinin meşruiyet desteğine dayandırma ihtiyacı, yapısal bir koşula dönüşecektir.

İktidarın Lümpenleşmesi

Burada iki yoruma değineceğim, birincisi, Reagan’ın yorumu; “Amerikan liberallerinin muhafazakâr düşüncenin cemaatçi damarından çok şey öğrenebileceklerini iddia eden Reagan’ın din ve cemaat değerlerine yaptığı çağrı…” dır. (DE, 387). Bu noktadan itibaren sermaye, 21. yy. tasarımında sanayi burjuvazisi ile değil, din ve cemaat yapılarıyla yola çıkacağının işaretlerini vermişti. Seksenlerde tedarikçi olarak Bayan Teacher Avrupa’yı ve Özal da orta doğuyu hazırlamak anlamında, Reagan’a bu doğrultuda büyük hizmetlerde bulundular. Ve neo-liberal dünya, sermayenin dinle uyumlu iktidar modelini bu süreçte şekillendirmeye başladı. Bu ittifak hareketi bizde karşılığını fazlasıyla buldu ve Özal’dan bu yana fakat esas olarak AKP ile birlikte liberal ve islamcı ittifakın temelinde yer aldı. Tabi 90’larda sosyalist aydınların entelektüel ortamdan hızla atılarak yerlerini İslamcı ideologların alması hareketi de bu arada, M. Belge ve loncası eliyle yürürlüğe kondu. Gerçi bu ekip çok daha önce (1985’lerde ‘Yeni Gündem’in yayınıyla), solu liberal bir sivil toplumculuğa taşıma hareketini başlatmıştı. Dolayısıyla 90’ların sonlarına doğru soldan gelen bu sivil toplumcularla, İslamcıların ittifakı gerçekleşti.8 Bu neo-liberal ve İslam ittifakının mantığını yanıtlamak için neo-liberalizmin burjuvazinin bozulmuş, çürümüş lümpenleşmiş bir biçimi olduğunu anlamaya ihtiyaç var.

İkinci yorum, yukarda aktardığım J.Ranciere aracılığıyla Marks’tan; “Bir sınıfın ‘lümpenleşmesi’, kendini sıkı sıkıya korumaya dönmesidir. Aynı zamanda bireyler toplamına indirgenerek bozulması demektir.” Yukarda değindim, AKP heyetinin genel davranış modelinin, ‘kendini sıkı sıkıya koruma’nın, koruduğunu iddia ettiği idealin bozulmasına dönüşme, ya da o idealin emrettiği ilkelerden uzaklaşma, o ilkeleri istismar etme noktasına dönüşmesi anlamında, “lümpenleşme” (tanrının buyurduğu yaşama tarzından çıkma biçimleri) şeklini alması kaçınılmaz bir süreçtir (bkz. Enteresan Rasyonalite Biçimleri” 1994)9 Bu “lümpenleşme” bir yanıyla idealin bozulması, çürümesi anlamında, öte yanıyla kamu serveti ve iktidar olanaklarının ‘mensuplar’a peşkeş çekilmesi yoluyla hukukun bozulması, çürümesi anlamında bir lümpenleşmedir. AKP heyetinin bu anlamda, tanrı idealine uygun yaşamın (ki bunu halisane Sufilerde, Melamilerde vb. görmek mümkündür) çok uzağına düşmüş olması, Anadolu İslamının mütedeyyinleri indinde gayet açık bir realitedir. Son 7 yılda mütedeyyin kesim açısından bu lümpenleşme (burjuva yaşam tarzı gibi) gözle görülür bir irritasyona yol açmış durumdadır. Lümpenleşme eğiliminin kendini (Biz’i) koruma mantığının, mensupların çıkarını koruma biçimini alması da özellikle ihale yolsuzlukları ya da şaibeli faaliyetler biçiminde kamuoyuna yansıdı. Örneğin, ihale sonrası resmî kurumların ‘usulüne uygundur’ onayıyla akladığı ancak ihaleleri alan AKP’li ‘mensuplar’ ve alma koşulları itibariyle kamu vicdanında aklanmayan, yüzlerce ihale ve olay yıllardır ve defalarca basında yer buldu. Kısaca ideali korumanın kendini korumaya dönüşerek lümpenleştiği biçim, sadece yaşam tarzıyla değil, mensupların milyarlarca dolar toplamlara ulaşan ekonomik çıkarlarının korunması olarak somutlanmıştır. Üstelik burada Yerel yönetimlerin ortak olanı talan ve yağmasına girmiyorum. Politik kayırmaları ve parti mensuplarının tüm kamu personel kadrolarını işgali olayını da anmıyorum. Sonuç olarak bu ideali koruma biçiminin, Marks’ın dediği gibi, “bireyler toplamına indirgenerek bozulması” biçimini almasındaki ‘bozulma’nın anlamı, AKP mensuplarının çıkarlarının korunmasının üretim modeline değil, tüm nüfusun ‘ortak serveti’nin küresel finans çeteleriyle müşterek yağması ve rantına dayanmasıdır. Çünkü ortak olanı yağmalama bir yandan idealin bozulmasıyla ortaya çıkan, öte yanda burjuva sınıfının bozulmasıyla ortaya çıkan yerel ve küresel yönetimlerin lümpenleşmesine dayanır. Batı uluslarının günümüz yönetim modelleri de büyük ölçüde bu lümpenleşme eğiliminin örnekleridirler. S.Zizek’in ‘soytarılık’ ve ‘lümpenlik’ özelliklerini sayıp döktüğü10, Berlusconi, Sarkosy, Ahmedi Nejad, Putin vb. tam anlamıyla Ranciere ve Marks’ın çizdiği şu şemaya tekabül eder.

“Burjuvazi… Hiç durmaksızın sınıf çıkarlarını mensuplarının maddi çıkarlarına feda eder. Tıpkı proletaryanın bozulması gibi burjuvazinin bozulması da bir ikizin adını taşır. Burjuvazinin kendi kavramıyla buluşacağı sanılan yerde onun kendi “lumpen”ini görmek gerekir. Modern endüstriyel burjuvaziyi içerden kemiren bir parazit vardır. Bunun adı finans aristokrasisidir: üretici zenginlik pahasına yaşayan soyguncu sınıf. … “yasalarını dayatan, Devlet’i işleten, tüm yasal iktidarları elinde tutan” oydu. Bütün topluma kendi ilkesini –anti üretim ilkesi- dayatan oydu” (R.E. FY. 124). “Saraydan izbe kahvehaneye kadar tüm sahalarda, aynı arsız kandırmaca, aynı zengin olma hırsı –koruyarak değil başkalarının hali hazırda var olan zenginliğini araklayarak. Özellikle burjuva toplumunun tepesinde, dizginsiz biçimde kendini öne çıkaran ve durmaksızın bizzat burjuva yasalarıyla çatışan, son derece habis ve ölçüsüz bir iştah belirdi –zira araklamayla edinilmiş servet, doğal olarak hazzın rezilleştiği, paranın, balçığın ve kanın karıştığı yerde doyum arar. Finans Aristokrasisi, hazlarda olduğu gibi kazanç tarzında da, lümpen-proletaryanın burjuva toplumunun tepesinde yeniden doğmasından başka bir şey değildir” (Marks’tan aktr. J.R. FY.124)

Finans Aristokrasisi, sanayi burjuvazisinin içinden çıkan ve burjuva sınıfını bozan, çürüten bir parazit olarak, kravatlı lümpen çetelerdir. 2008 dünya ekonomik krizinin çıkış nedenlerini ve sonrasında Obama’nın Wall Street’le yaşadığı ve halen devam eden sorunların arkasında bulunan gücün bu kravatlı lümpen finans çeteleri olduğu artık açıkça biliniyor. Dünya finans aristokrasisi, yani burjuvazinin bozulmasıyla, çürümesiyle başa geçen bir dünya burjuvazisi. Hardt ve Negri’nin İmparatorluk olarak adlandırdıkları bir finans aristokrasisi. 2003’de RTE başbakan olduğu günlerde İstanbul’a Baba Bush ile bir takım Amerikalı finans spekülatörleri gelmişti. Gazeteci ziyaretin amacını sorunca verilen yanıt şuydu, (ilginç geldiği için not almışım): “ekonomik değer ifade eden ve satın alabileceğimiz ne var ne yok diye bakmaya geldik”. Bizim adına talan değil de biraz safça ‘özelleştirme’ dediğimiz süreç böyle birçok kravatlı çeteler eliyle yürütüldü. Sadece özelleştirmeler değil, üretim ve kalkınmaya dönük ekonominin yerine finansal oyunlar, faiz, rant üzerinden işleyen bir ekonomi. Yönetimi finans aristokrasisinin elinde olan bir sanayi üretiminin dünyanın tamamını Pazar haline getirdiği bir süreç. Türkiye’nin ulusal egemenliği, AKP ile birlikte, AB projesi ve bu finans aristokrasisinin küresel kurumları (IMF, DB, DTÖ) ve tekelleri aracılığıyla hızlandı ve sona erdi.

‘Ortak’ın Gaspı

Finans Aristokrasisinin, yani sermayenin özellikle Sovyet blokunun yıkılmasından sonra yürürlüğe koyduğu neo-liberal ekonomi modeli, emekle sürdürdüğü tarihsel mücadeleye bir yanıt olarak şekillendi, emek yoğun üretime, üretimin otomasyonu ve teknoloji kullanımıyla yanıt verdi. Ücretlere karşı, bir yandan hukukla (esnek çalışma düzeni, taşeronlaşma vb.) bir yandan küresel ölçekte üretimi ucuz emek bölgelerine kaydırarak, işsizliği yapısallaştırarak yanıt verdi. Emeğin örgütlenmesine karşı, maddi emeğin niceliksel azalışı, işsizlik, taşeronlaşma gibi etkenlerle sendikasızlaştırma ile cevap verdi. Kazanılmış çalışma haklarına karşı, başta sigortasız ve sağlık güvencesinden yoksun bir çalışma düzeni kurmakla, fazla mesai, ölüm, evlenme, doğum yardımı gibi sosyal hakları ortadan kaldırmakla ve nihayet kıdem tazminatları ve emeklilik tazminatı ve maaşlarını tırpanlamakla yanıt verdi. Emek, 1800’lerden itibaren büyük mücadelelerle, yüzbinlerce emekçinin kanıyla, teriyle kazandığı tüm hakları ortadan kaldıran bir kölelik düzenine mahkûm edildi. Sanayi burjuvazisi bunu tam da dünya burjuvazisi haline gelen ve sermaye birikiminin aşırı ölçüde yoğunlaştığı bir avuç finans tekelinin yönetiminde gerçekleştirdi. Ortaya çıkan küresel talan ekonomisinin bir tek anlamı vardır, ulus devletlerin, küresel tüketici bireylere dönüşen yurttaşlarını, küresel şirketler karşısında korumasız, savunmasız ve sahipsiz bırakmasıdır. Artık malların fiyatlandırılmasının önünde adına piyasa koşulları denen küresel şirketlerin ve bankaların gözü dönmüş kar hırsından başka hiçbir engel ne yasal, ne politik ne de ekonomik kalmamıştır. Milyarlarca insan, bu şirketlerin/bankaların açık pazarı haline geldi. M. Hardt sanayi burjuvazisini ‘üretim’ ve kar, finans arsitokrasisinin ise daha çok el koyma ve rant ekonomisine dayandığı gözlemini ileri sürer (bkz. CC). Yukarda özetlemeye çalıştığım bu genel tablonun, bu talan ve yağma ekonomisinin, sermaye birikimi, tam da Marks’ın ilk birikim analizinde belirttiği (bkz. kapital C. 1. ‘ilk birikim’, 8. bölüm) ortak olanın kamulaştırılması ve hukuk yoluyla mülkiyetleştirilmesine tamamen benzer bir biçimde, anti-üretim stratejisinin gereği olarak ortak olanın gaspına dayanır. Küresel ekonominin üretim tarzı, sanayi üretim modeli içinde anlaşılamaz. Sanayi üretimi, finans aristokrasisinin belirlediği koşullarda sürmekle beraber, sermayenin emekten kurtuluş süreci içinde verdiği yanıtlar, emeğin niteliğindeki dönüşüm, teknolojinin hâkimiyeti ve ortak olanın talan ve yağma düzeni olarak anlaşılabilir. Peki, bu talana ve yağmaya konu olan ‘ortak’ nedir? M. Hardt şöyle tanımlıyor.

“Ortak (common), bir yandan, bir yeryüzü ve onunla birleşen bütün kaynakların -toprak, ormanlar, su, hava, madenler ve benzerlerinin- adıdır. Bu 17. yüzyıl İngilizcesinde “ortak”ın ‘lar’ ile kullanımıyla birebir ilgilidir. Öte yandan, ortak aynı zamanda, her zaman söylediğim gibi, insan emeğinin ve yaratıcılığının yani fikirler, dil, duygulanımlar vb. sonuçlarına işaret eder. Öncekini “doğal” ortak, sonrakini “yapay” ortak olarak düşünebilirsiniz, fakat gerçekten doğal ve yapay arasında böyle bir bölünme hızla bozulur. Her halükârda, neo-liberalizm ortağın bu her iki biçimini de özelleştirmeyi amaçlamıştır.”10

  1. Hardt, özelleştirilmeye David Harvey ve Naomi Klein gibi yazarların ilk birikimin yeniden önem kazanması olarak işaret etiklerini de belirtir. Klein’in ‘şok’ teorisi Türkiye’de işleyen sürecin anlaşılması açısından önemli bir referanstır (bkz. Shock Doctrine: Rise of Disaster Capitalism.)

Küresel çağda emperyal gücün ve kelimenin mutlak anlamıyla, ‘taşeronu’ olan yerel iktidarların, ya burjuva sınıfının paraziti olarak, o sınıfın bozulması ve çürümesine yol açan ya da şu ya da bu ‘ideal’in paraziti olarak, o idealin bozulması ve çürümesine yol açan kategorik bir ‘lümpenleşme’ile anlaşılması ve analiz edilmesi gerekir. Bu analiz küresel/yerel iktidarlar kenetlenmesini, tam da ‘ortak olan’ın yağmasıyla karakterize eder. Tamamen basit, mahalledeki sıradan lümpenler gözlemlendiğinde, lümpenler arasında iktidar sorununun her lümpenin daha güçlüye itaati yoluyla kendisini güvencede hissettiği bir modele dayandığı görülür. Tam da bu anlamda, gerek bizzat burjuvazinin lümpenleşmesi olarak dünya finans aristokrasisi gerekse bizzat idealin bozulması ve çürümesinin ürünü bir lümpenleşme olarak Türkiye ve İslam coğrafyasındaki hemen tüm iktidarlar arasındaki ilişki, bu modele dayanır. Güçlü olana itaat yoluyla kendini güvencede hissetmek yerel iktidarın ethos’udur. Yine sıradan lümpen davranışına bakıldığında ilişki, üst’ün, astını himayesine alması ile şekillenen bir ilişki biçimidir, -tamamen mafya kuralları içinde anlaşılan bir ilişki biçimi-, astın başarısı ve bağlılığı ise, üstün iltifat ve hakikat hilafına astın özelliklerini abartmasına (pohpohlamasına) dayanır. Marks daha 1853’lerde İstanbul ve birkaç büyük kenti kastederek şöyle diyor: “Türkiye halkının büyük çoğunluğunu teşkil eden bu kütleyi, yoldan çıkarmak ya da pohpohlamak yoluyla kazanmak gerektiğini herkes bilmektedir…”11 İşleyişin bugün de aynı olduğunu görmek için, ‘Yeni Osmanlı’ tartışmalarından, Amerikan yetkililerinin ‘Türkiye’nin bölgenin süper gücü, parlayan yıldızı olduğu’ vb. ifadelerini hatırlamak yeter. Ancak ‘Yeni Osmanlı’ adındaki ‘bölgesel lider’ lolipopunun, karşılığında Türkiye sınırlarının değişmesini de içeren bir ulus devlet sonrası projesi ya da (b) planı olduğunu ciddi olarak tartışmayı başka vesilelere bırakalım.

2010 mutasyonu, “Yeni Türkiye”nin yönetim modelinin maddileşme uğrağıdır. Bu mutasyon tarihsel olarak, şeyhülislam Sabri Efendinin hayaletinin fiili bir karşı devrime dönüşmesi olumsallığı ile küresel emperyal gücün dayattığı ekonomik ve politik zorunluluğun 2010 yılında karşılaşmasının ürünüdür. Bu karşılaşma, stratejik bir kenetlenmedir ve bu kenetlenmenin taktik koşulları son 8 yılda adım adım uygulamaya konmuş ve çok büyük ölçüde tamamlanmış, sona gelinmiştir. Yine de küçük bir ihtimalle projenin riski ‘zaman’ sorununda düğümlenmekte ve bu da ‘zaman’ı bir silaha çevirmektedir. Dolayısıyla ‘hazmettirme’ (pasif mutabakat) stratejisi kısmi defolar verebilir. En önemli defo ‘babanın katli’ sendromudur. Sylvia Plath’ın ‘babacığım’ şiirinin okunmasını öneririm. Ya da Hamlet problematiğini. Babanın katli insanlığın yerleşik toplu yaşamaya başladığı zamanlardan bu yana birey-devlet ikileminin trajik öyküsüdür. (AKP ve mutabakatçı aydınlar bunu, iktidarın şiddeti ve kitlesel yoksulluğun zulmüyle üretilen pasif mutabakatla falan atlatacaklarını düşünüyorlarsa fena halde yanılırlar. Baba yaşarken çocuk babayla zaten kavgalıdır, fakat babaya bir yabancının vurduğu sahneyi düşünün, çocuğun babayla tüm kavgasını unutup, yabancıya saldırdığını görürsünüz. Bu coğrafya insanı bunu daha önce kuruluş uğrağında yaşadı). Marks, Taraf gazetesi hakkında şunları yazmış: “Times, Rus menfaatlerinin biricik temsilcisi olarak ortaya çıkmakta haklı… Bu gazetenin İngilizce basıldığı doğrudur. Ama İngilizlikle biricik ilgisi de budur. Rusya söz konusu olunca, tepeden tırnağa Rus kesilir…”12Yaşadığımız günler, özellikle bu yabancı ile baba arasındaki kavgaya, çocukların da yavaş yavaş dahil olmaya başladığı günlerdir. TUSİAD korkmakta haklı.

Sözünü ettiğim mutasyonun göstergeleri kısaca şunlardır: görünüşün sahnesinde sanal olarak ileri sürülen sivil tolumun hegemonyası söylem olarak sürerken, fiziksel olarak (meslek örgütleri, dernekler, sendikalar vb.) ortadan kaldırılmıştır. Paradoks sivil toplumun kendi yokluğuyla hizmete koşulmuş olmasıdır. Çok partili temsili sistem etkin olarak hükümsüzleştirilmiştir. Partiler, meslek birlikleri, sendikalar vb. aracılığıyla gerçekleştirilen politik temsil sistemi hızla çökmektedir. “Seçmen kitlelerin demokratik temsili, bir tarih olarak geride kalmış, temsilcilerin kendi seçmen kitlelerini oluşturduğu bir ‘temsil’e geçilmektedir.” (M. Hardt DE, 387) Görünüş sahnesinin, tele görsellik, siber terör, gözetim ve denetim ve manipülasyon teknolojileri yoluyla, iktidarın kendi seçmen tabanını önceden tasarlamaya ve kurmaya çalıştığı bir temsil sistemine geçilmiştir. Her türlü muhalefet, uyumsuzluk, karşı çıkış, kurallarını iktidarın koyduğu uyumun dışına çıktığı her yerde, sadece suç nosyonu altında değerlendirilmeye başlanmıştır. ‘Kanı bozuklar’, kurallarını “BİZ’in koyduğu barış koşulları dışına çıktığı her yerde bir hastalık (tahlile gönderilmeli) ve terörden (Ergenekon savcılarına havale edilmeli) başka bir şey değildir. Ya bizdensiniz ya da düşman (Bush’un armağanı). Bizdenseniz demokratsınız, karşıysanız terörist ya da darbeci, ölçüsü iktidarın şiddetiyle birleşerek pasif mutabakatın temelinde yer almıştır. Başbakan’ın görünüşün sahnesinde yüksek sesle savunduğu ‘milli irade ve egemenlik” öteki sahnede, mali egemenliğin, mali piyasalar ve ekonominin küresel kurumlar ve finans şirketlerinin, bankaların hâkimiyetine terk edilmesi yoluyla, yasama egemenliğinin ise kapitülasyonları fersah fersah geçen küresel şirket yasaları yoluyla, emperyal güce devri sağlanmıştır. Bütün bu mutasyon sonuna gelmiş ve artık kalan iki gücün tasfiyesi aşamasına ulaşmıştır: yargı ve ordu.

AKP karşı devriminin, kurumlarını yıkmakla görevli olduğu modern ulus devletin tasfiyesi ve devletin yeniden yapılanması süreci bu koşullar altında 2010 yılıyla birlikte hız kazanmış ve yeni bir evreye ulaşmıştır. AKP, Cumhuriyeti, (yani hem hukuk devletini hem sosyal devleti) tasfiye ederek, salt denetim aygıtı (polis devleti) olarak inşa etmekte ve politik rejimi de hızla yürütmenin yasama ve yargının üstünde olduğu tüzel bir feodalizme dönüştürmektedir. Bu tasfiye hareketi, yargının adalet bakanlığı, Ordunun Mili Savunma Bakanlığı denetimi altına fiilen ve resmen alındığı bir noktaya kadar gidecektir. Bu dönüşüm sadece şeklen olamaz, nitelik olarak üretilmek zorundadır. Çünkü Afganistan’a, Kafkaslara, Orta Doğu’ya vb. “git ve savaş” dendiğinde giden bir orduya ihtiyaç vardır (TSK şu anda süren Afganistan’daki savaş için ABD’nin istediği şekilde iki adet savaşçı tugay gönderseydi, acaba Balyoz Planı gibi planlar yine böyle ortaya çıkar, Taraf’ın kapısına konur muydu?) Bu ordu bundan böyle ‘milli ordu’ değil, ‘profesyonel ordu’ olmalıdır. Ulus devletin kurucu ideolojisinin geleneksel ve törel değerlerinin takipçisi ve ‘kuşaktan kuşağa aktarıcısı’ olmamalıdır. Öğretim üyeleri ‘Taraf’ yazarı olan “Polis Okulu”nda uygulamaya konan insan hakları ideolojisi müfredatı bir resmi ideoloji olarak harp okullarının da resmi müfredatı ve ideolojisi olmalıdır (uygulanmaktadır!). Gelecek kuşaklar bu ideoloji ile eğitilmelidirler. TSK ‘özerk ve egemen bir güç” değildir, emperyal finans lümpenlerinin ve İslamcı lümpenlerin birleşik politik iktidarının ordusu olmalıdır.

Hukuk devletinin tasfiyesi, yargının yürütmeye bağlanması demektir. Bir savaş biçimini alan bu konuyu savcı İlhan Cihaner örneği özelinde girişte irdeledik. Süreç hızla kuvvetler ayrılığı sisteminden kuvvetler birliği sistemine ilerlemekte ve yürütmenin tek yetkili hale geldiği tüzel bir feodalizme geçilmekte olduğunu göstermektedir. İzlenimden ötesi, aslında çok daha derinlerde sermayenin emekten ayrılma sürecine koşut olarak, hukukun, sanayi toplumundaki gibi, sermayenin hukuk aracılığıyla emeği denetleme ihtiyacının ortadan tedrici kalkışına paralel olarak, artık emeğe ihtiyacı kalmamasının da sonucudur. Dolayısıyla sanayi üretim çağındaki, tarafları temsil eden kurumlar yoluyla sınıf çelişkilerini kontrol eden devletten, kontrol toplumunun (Yeni Türkiye’nin) polis devletine geçilmesi uğrağında, bağımsız hukuktan, yürütmenin denetiminde bir hukuka geçilmesi gereği ortadadır. Çünkü artık sermaye bizzat devlettir. Örneğin bu dönüşümün gereklerinden biri geçenlerde yasalaşan, İçişleri Bakanlığı’na (yani yürütmeye) bağlı ‘Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ yasasıdır. Bu 50 bin kişilik profesyonel sınır koruma gücüyle, 250 bine varan polis sayısıyla, TSK bütçesini aşan bütçesiyle birlikte düşünüldüğünde ve ileri düzey enformatik teknolojisinin akıl almaz marifetleri de buna eklendiğinde, inşa edilen ‘kontrol toplumu’nun (ve polis devletinin) vardığı boyutları tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu hazırlık Naomi Klein’in şok öğretisinin üçüncü aşamasıyla –yani, şoktan sonra oluşan görece mutedil ortamda kalan en ufak hoşnutsuzluk biçimlerini de ortadan kaldırma hareketi ile- birebir örtüşür. Yürütmenin bu denli güçlendiği bir modele sadece mutabakatçı aydınlar, demokrasi demektedirler. Eski ABD elçisi Mark Perris’in daha önce andığım sözlerinde söylediği, AKP’nin sivil güvenlik güçleri içinde bilinmeyen! (F tipi) bir merkezin örgütlenmesini yapılandırdığına ve üstelik artık bu yapılanmanın kendi savcılarına da sahip olduğuna işaret etmiş olmasını da hatırlayalım. Bu savcıların ‘gayret’lerinin idealin şiddetine bağlılıkları ölçüsünde, sadece yasanın şiddetini değil, iktidarın şiddetini de pas geçecekleri ihtimalini akılda tutmakta yarar var. Bütün bunları hatırlamakla yetinmeyelim yukardan beri sıraladığım tüm verileri alt alta koyup fotoğrafa bakalım; mutasyon gerçekleşmiştir. Dolayısıyla seçim sürecine çok fazla umut bağlanmamalıdır. AKP’nin (ve ABD’nin) kazanamayacakları bir seçime gireceklerini bu noktada düşünmek saflık olur. Yukarıda belirttik, ‘seçmen kitlesini önceden oluşturma/kurma’ ile çalışan bir temsil sistemine geçildi. Bütün bu süreç kendini bir bütün ve kimlik olarak tarif eden hemen her temsili gücün, (partiler, birlikler, dernekler vb.) kimliğinin bütünselliğini kaybetmesi ve partikülarize olması, (bireyler toplamına dönüşmesi) sürecini beraberinde getirmektedir. Karşı iktidarın inşasında ana malzemenin sistemle pasif mutabakat içindeki ‘bireyler’ olduğu unutulmamalıdır. Sadece AKP, ideali korumanın lümpenleşmesi olarak mensuplarını korumaya teslim olmuş bir yapı olması nedeniyle, çıkar bağlarının amansız tutkalıyla birbirine kenetlenmiş bir kitleye sahiptir. Karşı iktidar benzer bir kenetlenmeyi ancak alternatif bir idealle yaratabilir. İdeal susuzluğunu gidermeyen bir projenin AKP karşısında başarı şansı yoktur. Hugo Chavez’in ‘Bolivarcı Topluluklar’ı bu ideal susuzluğunu karşılamıştır. Fakat Chavez’in, bizzat Bolivar’ın politikasını realize ettiği söylenemez, gerek de yoktur. Bolivar adı ideal susuzluğunu gidermenin sadece şifresidir. Önümüzdeki dönemin mantığı böyle bir şemaya oturtulabilir. Ulus devletin aynen tekrarı değil, fakat onu, simgesel kodlarının ideal susuzluğunu gidereceği alternatif bir Yeni Türkiye projesine dönüştürme ihtiyacı da ortadadır.

Geçici Sonuç

Geldiğimiz noktada çözümün adresi: Marks’ı Marksizmden kurtarma özeni temelinde bir yandan öznesiz süreç olarak tarih, bir yandan öznellikler üretimi ve komünalist perspektifle, ‘uygar devrim’ ve ‘demokrasi şantiyeleri’dir. Başlarken, Balibar politikanın hep eksik olduğunu söylemişti, öyleyse tamamlanmış ve eksik olmayan bir politika arayışı metafiziktir. Fakat ereksellik değil ama stratejik bir hat belirlenmediği sürece de yürünecek yolun taktikleri ortaya konamaz. Türkiye’de solun çoktandır yeni bir strateji belirleme noktasında olduğunu düşünüyorum. Bu strateji, isyanın aşağıdan geleceğine dair inancı, evrensel bir sınıfın kendini gerçekleştirmesine dayandırma uğrağı olamaz. Özerklik, dönüşüm ‘uygar devrim’ ya da başka projeler… fakat her halükârda varılan yer, ‘yurttaşcıl (civic) bir model’ olacaktır. Yurttaşlığı sadece ‘ulus devlet projesi’ ile anlamak, anlamamakla aynı şeydir. Komün tasarımında bile birey bir ‘komün’ yurttaşıdır. Bununla söylemeye çalıştığım şudur, önümüzde iki stratejik hat var: birincisi ‘insan hakları ideolojisi’ ile işleyen ve tekili -bu yazı boyunca örneklediğim gibi- küresel pazarın pasif mutabakatçısı tüketici birey, toplumu, ‘nüfus’ olarak tasarlayan neo-liberal model. İkincisi varacağı yeri tanımlama olanağı olmayan, önceden kimliklendirilebilir olmayan yurttaşçıl bir hat. ‘İzm’i birlikteliğin ‘kaderi’ tarafından yazılacak bir ‘komün’, bir ortaklıkta oluş hattı. Birinci stratejinin aydınları son otuz yıldır, ülke entelektüel ortamına hâkimdir. Zulme ve şiddete karşı gerçek bir demokrasi arayan aydınlar ise alabildiğine azınlıkta hatta görünüşün sahnesini terk ettikleri için yoklar. Bu asimetrinin, bugün tek sonucu var, proleterleşen milyonları sermayenin kollarına terk etmek. Bu süreci tersine çevirmenin, -aydınlar özelinde- başat biçimi şudur: mutabakatçı aydınlar ve onların güç tekeliyle her yerde, her zeminde, her ortamda, her düzeyde en şiddetli formları içinde savaşmaktır. Araçlar sorunu… Kitlesel buluşmanın niteliği her zaman araçların da ilgi ve yönetim biçimini dönüştürür. Aydınlar bunu becermeye başladıkları gün emekçilerin, işsizlerin yoksulların sıcak soluğu ve yaşam enerjisini yanı başlarında hissedeceklerdir. Savaş yeniden doğuşun tanrısıdır; üniversitelerde on yerden maaş alarak adaletten bahseden ve gençlik masumiyetinin ırzına geçen profesör adındaki “kokoşlar ve liboşlar”la, Zaman’da Taraf’ta, her gün kitlelere intikam, düşmanlık ve nefret saçan Osmanlı gübreleri ve Goebbels mürşidleriyle savaşacak aydınlarını üretmeden, bu ülkeye ne demokrasi ne barış ne de adalet gelemez, gelmeyecektir. Çünkü gündelik yaşam ve demokrasi mücadelesi bu iki stratejiden hangisi seçildiyse taktiklerini ona göre oluşturur. 2010 yukarda betimlemeye çalıştığım gerilimleri, tehlikeleri ve umutlarıyla proleterleşmiş kitlelerin aydınının daha fazla toplumun dışında yaşama olanağı kalmadığı bir yıldır. Bütün çözümü aşkın bir özgürlüğün adresi olarak AB’den beklemenin kolaycılığı da iflas etmiştir. Özgürlüğün, demokrasinin bu ülke sınırları dışında aşkın adresleri yok. Yurttaşçıl strateji, elinde bir ‘yurttaşlık’ projesi olan tüm politikalarla barışık yaşamayı gerektirir. Komün yurttaşlığı da sonuçta, gökten inmeyecektir, ulus üstü, ötesi ya da ulus benzeri bir yurttaşlık olacaktır. Eğer bu dünyada bir form aranıyorsa elbette.

 

25 Şubat 2010

Notlar:

  1. E. Balibar, Politics and the Other Scene, trans, Christine Jones, vd. Verso, London 2002, s. 134. Metin içinde bu kitaba POS kısaltmasıyla gönderme yapılacaktır.
  2. Beatrice Hanssen, “Şiddetin Eleştirisi”, Çev. hç, Sınırda, sayı 8/9. Şubat 2008, s. 164
  3. M. Foucault, Cinselliğin Tarihi C.I, Çev. Hülya Tufan, Afa yay. İst. Şubat 1986.
  4. Ergenekon hukukunun ve onun istisna statüsünün, içinde yer aldığı hukuku hükümsüz kılan bir statü olduğunu

“Ergenekon: 11 Eylül Hukuku ve Yeni Türkiye” yazısında daha önce irdelemiştim. http://sinirdan.blogspot.com

  1. M. Hardt, A.Negri, Dionysos’un Emeği, İletişim yay. İst. 2003. s.387 Metin içinde bu kitaba DE kısaltmasıyla gönderme yapılacaktır.
  2. J. Ranciere, Filozof ve Yoksulları, çev. Aziz Ufuk kılıç, Metis yay. İst.2009, s.123

Metin içinde bu kitaba FY kısaltmasıyla gönderme yapılacaktır.

  1. E. Balibar, Biz, Avrupa Halkı, Çev. Kutlu Tunca, Ara-lık yay, İzm. 2008

Metin içinde bu kitaba BAH kısaltmasıyla gönderme yapılacaktır.

  1. Tarihe kayıt düşmek için bile olsa belirtmeme izin verin; hem bir anlamda 86-89 ‘Edebiyat Dostları’ ve hem de doğrudan 92-96 ‘Edebiyat Eleştiri’ dergileri ile bu loncanın stratejik yürüyüşüne ciddi ve köktenci eleştirilerde bulunmuş ve bu ittifakın bugün yaşanmakta olan yıkıcılığına birçok kez işaret etmiştim.
  2. H. Çetinkaya, Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara, 1995. ss.137-182
  3. Slavoj Žižek, “Berlusconi in Tehran”, http://www.lrb.co.uk/contributors/zize01
  4. Michael Hardt, “The Common in Communism”,

http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=6,295,0,0,1,0

Metin içinde bu makaleye CC kısaltmasıyla gönderme yapılacaktır.

  1. K. Marks, Türkiye Üzerine (Şark Meselesi), Çev. Selahattin Hilav- Atilla Tokatlı,

Gerçek yayınevi, İst. 1974, s.16

  1. _______, a.g.e. s. 23

Leave a comment